30 Kasım 2010 Salı

"Abla"nın, kedi bağımlılığından nasıl arındığının hikayesi

"Bir tek kendisinden şikayet ettiği..."  yazısından birkaç gün sonra, arife günü, hindiba almaya Burhaniye pazarına inmek niyetiyle durağa dikilen "abla", gazetesini almaya markete giden komşusuyla rastlaşır, selamlaşır. Ayaküstü sohbet, her zaman olduğu gibi kedilere geldiğinde, "ah!" der hanım, "yok mu o kediler..."

Deniz dibindeki evlerden birinde oturan, bir arkasındaki sırada kedi besleyen diğer komşusu yüzünden artan kedi nüfusu dolayısıyla çok şikayetçi, üstelik alerjisi de olan hanım "...ne yapacağımızı şaşırdık, balkona çıkamıyoruz, minderlerin üzerindeler, oğlumun Zodiac'ını tırmalıyorlar, bu sene kilolarca karabiber serpti her yere ayaklarını kesemedik, motosikletini naylonla sıkıca sardı, ne yapıp ettiler parçalayıp... hakkımı helal etmiyorum, en sevdiğim komşularım sizlersiniz ama bu kedi meselesi... siz başlattınız burada, önce yoktu bu kadar..." Kedilerin artık kakalarını da örtmedikleri konusuna geçen hanıma, "abla", "kokusunu duydukları sürece, kediler kakalarını örtmeye çalışırlar" der, "karabiber yüzünden koku alma duyuları körelmiş olmasın?"

Durağa yanaşan servise yönelirken tekerlekli pazar arabasını katlayıp muavine veren "abla"yı uğurlayan komşusu arkasından seslenir, "size yalvarıyorum Fatoş Hanım, lütfen kedi maması almayın!"

Koridoru, ayakta, kalabalık bayram alışverişi yolcusuyla tıklım tıkış yola düşen minibüste 45-50 dakikalık yol boyunca, 25-30 yaş büyük komşusu kadının yalvarışı kulağında, -yerden göğe doğru bulup katıldığı- sözlerini kafasında evirip çeviren "abla" kendisini, iradesi dışında gidip ... (mama) alan bir tür bağımlı gibi hisseder. Bunun, doğum haritasını çıkaran arkadaşının hediyesi kitapta okuduğu dengelenmemiş merhamet duygusunun karanlık tarafı olan bağımlılık olduğunu keşfetmesi çok sürmez.

Bu arada, jel kıvamındaki kuzu antibiyotiği ile harmanladığı kuru mamayı yaydığı yerden beslenen, mama üzerine hapşıranlarla bir aradaki sağlıklı kedilerin -kısa bir süre önü alınmış görünen- sümüklüler kervanına katıldığını esefle gözler.

Kaş yapayım derken göz çıkarttığını, doğada beslenmeye uygun tasarlanmış metabolizmalarını, içinde ne olduğu şüpheli mamalarla tembelliğe alıştırıp birer asalak haline getirdiği kedilerini, bunu bir de merhamet adı altında, -sevgi eksikliğini giderme ihtiyacından doğma- bağımlılıkla yapmış olduğunu fark etmesi, bir yeni bilinç düzeyine atlayabilmesi için komşusunun yalvarması gerekmiştir.

Sonuçta "abla", bir şişe yüzey temizleyici jeli mama serdiği yerlere boca eder, bir süre bekletir ve yıkar. Sonra da, -kedi besleyip, kendisi gibi, huzur içinde çamaşır kurutamamaktan, parçalanmış kapı-pencere tellerinden, verandada oturmak ne kelime, yürüyememekten şikayetçi- başka bir komşusunun önerisiyle yarı su, yarı sirke dolu bir spray şişesi hazırlar, önceden temizlenmiş yerlere sıkar; her fırsatta eve dalma, asılı çamaşırlara tırnak takıp üzerine yatma planıyla aşağı çekerek tiftikleme... meraklısı azılı kedi tayfası için silahlanır.

Bir istisna ile: Önceki yazısına konu ettiği, kendisini, yetkili merciye isyana dek götüren bebek kedi, tıksıran yılışık Tekir'le sarmaş dolaş, odunları örten naylonun kuytusunda geçirdiği geceler ardından, günde birkaç kez "abla"nın banyosuna alınır, kuru yavru kedi maması, süt, keçi peyniri ile hazırlanmış açık büfede beslenir, sümüğü kabuklanmış burnu silinir, temizlenir, sevilir... ve kapı önüne konur. Sık sık seyahat eden "abla"nın yatak odaları ile banyo dışında kapı olmayan açık evinde, ne zaman ne de mekan, -bu Dünyalar güzeli dahil, herhangi bir- kedi kadrosu için uygun değildir.

Arada lodosun taşıdığı yağmurla şen, sümbül, yabani erik gibi bir iki bitkinin kavruk da olsa çiçeklendiği sıcak sonbahar günleri, yorganını tepeleyerek uyuduğu ılık Kasım geceleri, yaklaşan kışı by-pass edip bahara geçecek gibi görünse de, Kasım'ın 23'üne dek süren, iskelelerin sökülmesiyle sona eren denize girme macerasından artan zamanda, eski bir iş önlüğüyle zırhlanmış "abla", verandada, kucağında uyuklayan, ellerini ısıran, tıksırdıkça saçtığı temizlenen bebek kedi için, için için kaygılanır.

Havaların güzel gidişi yüzünden devamsızlık edip son durumdan habersiz, verandaya yanaşanlar, mutfağı kapadığını... söyleyen, -dilinden, sesinin tınısından anladıklarından mı, mama kokusu duymadıklarından mı bilinmez-, bağımlılığıyla, gerçek bir bağımlı gibi, arada gözyaşlarına boğularak vuruşan "abla"ya çok ağır gelen bir bakış atıp oyalanmadan yollarına devam etmekteler...

Bayramın ikinci günü, ortanca kız kardeşinin de bayıldığı bebek kedi hiç görünmediğinde, yaşamı, kendi ego'su Sebastian penceresinden değerlendirme alışkanlığıyla "abla", ihaneti tattırdığı kedileri gibi onun da yok olduğuna hükmeder. İçini çok acıtan bu bir günlük ağır duygu sınavından huzurla çıkıp, bebek kedinin açık büfesini tasfiye ederek, kalan mamayı aldığı son şişe toz antibiyotikle harmanlayıp evden uzakta bir kuytuya serebilmesi için, kitabında, "...duygusallıktan kaçının, dengeyi arayın." cümlesine rastlaması gerekir.

Karşılaştıkça, kedi beslememe kararını duyurduğu, kedi sever/sevmez, -hatta, "büyük sevap işliyorsun, Allah razı olsun" diyen ile, kapatıp giderken yazlığında beslediği hasta kediyi bırakmaya gelen dahil- hemen her komşusu, çok ilginç biçimde "hah! en doğrusunu yaptın!" demekte, kendisini, kararı konusunda kararlı davranmaya özendirmekte...

Bolca gözyaşı döktüğü, dile kolay 45-50 yıllık kedi besleme -sevme değil!- bağımlılığından arınması için, şikayetler boyunca kedilerin, fare, kuş, böcek vs. ile, -doğada mutlaka önemi de olan biçimde-, beslenme donanımıyla geldiklerini binlerce kez dile getirmesi yetmemiş, ağzından çıkanı kulağı duysa da yüreği dinlememiş "abla"nın, kararına teslim olabilmesi için son olarak, kendini hayvan haklarına vakfetmiş sevgili arkadaşından, nezle, gençlik hastalığı salgınları üzerine konuşurlarken, Dünya'da işleri biten kedilerin ezoterik anlamda dönmeye başladıklarını işitmesi gerekmiştir.

19 Ekim 2010 Salı

"Abla"nın, "enerji dozu" ardından: Ekim Cumartesisi, Pazarı, Pazartesisi ve Salısı

Mayıs'ta kızının, anneler günü ve doğum günü hediyesi olarak aldığı -mor- enerjilere, hazır Filmekimi'ne gelmişken, deyip bir doz daha ekleyen "abla", sonraki günlerde yaşadığı harika deneyimi anlatır.

Düzenli okurunun acı macerasını bildiği
Naciye Hanım'ın, katıldığı ilk meditasyon deneyimi izlenimini "abla"ya aktardığı kahvaltıdan sonra, iki kadın yakındaki markete gider, kıza ve damada pişirmek üzere sebze alışverişi yaparlar. Ertesi akşam Kuzey Ege'ye, evine döneceğinden durakta vedalaşırlar, "abla" minibüse biner, Şişli'de Cumhuriyet Gazetesi'nin sokağında iner.

Gazete okumayıp, haber izlemediği son
beş yıl öncesinde, sadık okuru olduğu Cumhuriyet Gazetesi önündeki çelenk ve hüzünlü insan kalabalığı dikkatini çeker; güvenlik görevlisinden, -anneannesiyle aynı tarihlerde, mübadelede Hanya'dan Çanakkale'ye göçen annesi Fatma Hanım tarafından hemşehrisi saydığı- Deniz Som'un vefatını öğrenen "abla" üzülür. Hayatın herşeyden çok geçici, hayattan alınan derslerin ise kalıcı olduğunu bildiğinden yüreğindeki üzüntüye gömülmez, güzel, serin Ekim Cumartesisi'nde Rumeli Caddesi'ne yönelir.

Taksim'e çıkmak üzere teleferiğe binmeden, elyapımı kutularını yaptığı takı tasarımcısı hanımın dükkânına uğrar; el, hayâl ve kalp kırıklığı üzerine acı bir deneyim dinler,
empati kuran yanının kontrolü ele geçirmesine izin vermez, kapılmaz.

Çok eğlenceli bulduğundan, İstanbul'a her gelişinde ne yapıp edip,
hiç değilse bir rotasını teleferik bağlantılı çizen "abla"nın, -değiştirileceğini, damattan da değişim sırasında içinde kalan miktarın sahibine ödenmediğini öğrendiğinden- yükleme yapmadığı Akbil'i, turnikede bildik berbat sesle durumu ilân eder. Ne yapacağını kestiremeyen "abla"nın "kimse var mı, bakar mısınız?" seslenişine telâşla koşan görevli, -kimbilir ne düşünüp neden ürkerek- hattı durdurduğunu söyler, "böyle anî durdurmalarda, sonradan arızalar oluyor" diyerek gözdağı vermeyi de ihmâl etmez. Görevlinin çıkışması, "abla"nın neşesini gölgelemez.

Bir sonraki sınavda
da, kendince yüksek performans gösteren "abla", dönüşünü açık aldığı -bir ihtimal, işi bitti deyip geliş biletiyle çöpe attığından gösteremediği- bilete, işlem yapamayacağını bildiren, -bilgisayar kayıtlarına bakarak sorunu çözebileceğini düşündüğü- görevliye öfkelenmez. Önüne uzatılan formu doldurur, puanlarıyla dönüş biletini alır; bir zamanların şanlı, harlı "abla" öfkesine teğet geçen minik aksiliklerle döşenmiş yolu üzerindeki bir sonraki hedef Beyoğlu Sineması'na yollanır.

Venedik ve Altın Koza'dan ödüllü, 2010 yapımı
Çoğunluk: Yönetmen Seren Yüce, oyuncular Bartu Küçükçağlayan, Settar Tanrıöğen, Esme Madra, Nihal Koldaş, Erkan Can, Feridun Koç... Küçük kızkardeşiyle izeyip, çok beğendikleri film, "abla"yı kötümserliğe sürüklemez. Emsali akranları gibi Mertkan, ev içi şiddetin muhteşem örneği, elbette iyiliğini düşünerek, oğlunu temelsiz düşmanlık duygusuyla yükleyen babasıyla, duyarlılığını çevresine yayamamış annesi arasında sıkışıp pes ederek yaşamla ilgili sorumluluklarını yüklenmeyi reddetmiş, kendisinden güçlü gördüklerinin "oğlum bak şöyle yapmalısın, böyle etmelisin, ...meli, ...malı"larına kendini bırakmıştır. Kendisi hakkında hiç fikri yokken, bilinen -askerliği geciktirmek üzere Açık Öğretimde okumak, sadece "çakmak" amacıyla kız arkadaş edinmek türünden- kalıpları tekrarlayarak yaşayıp giderken -son zamanlarda ille her filmde şakır şukur mastürbasyon sahnesiyle resmedilen abazanlığın da ağırlığıyla-, yakışıklı bir koca bulup evlenmek hayâlini safça ortaya koyan Doğulu kızın ilgisinden etkilenir. Oğlanı sıkmamanın ilişkinin selâmeti için zorunlu olduğunu düşünen ve buna göre, -kökeni dolayısıyla taşıdığı riski gözardı ederek çok fedakâr, verimkâr- davranan kızla buluşur ama, ailesinin bile tanıdığı kız, arkadaşları arasında çingene diye anılmaya devam eder.

Babanın net tavrı üzerine, duygularını soruşturduğu oğlundan, beklediği belirsizliği gördüğünde,
-"abla"nın, oğlunun duygusal tepki vermesi durumunda babayla kıran kırana mücadele edebileceğinden şüphelendiği- anne, "beni babanla uğraştırma" diyerek çoğunluğa katılır.

Küçük kızkardeşinin ısrarlı önerisi üzerine
Aksanat'ta izledikleri, savıyla, sahnelenişiyle pek güzel oyun Şeylerin Şekli'nden tanıdık Bartu Küçükçağlayan Mertkan, film boyunca iki kez, doğru, iyi, güzel'e ulaşma fırsatı yakalar: Sarhoşken arabasına çarptığı, babasının bürosundan tekme sille tokat atıldıktan sonra çay içerken gördüğü taksi şoförüne -"abla"nın çok beğendiği Takva'nın muhteşem Muharrem'i Erkan Can- baktığı birkaç dakika ile Gebze'deki şantiyede akşam yemeği yediği kebapçı önünden geçerken, kendisine başıyla selâm veren Kürt ameleyle bakıştığı kısacık an.

Çıkışta kardeşiyle,
"ne mal olduğumuzu yüzümüze vuran filmlerden" diyerek sınıfladığı film; düşmanlık, hayâlkırıklığı, engellenmekten doğan öfkeli oğula babanın sağladığı "emanet", olacaklarla ilgili hiç umut vermese de, hayatta, sebeplerine bakarak, herşey tam olması gerektiği gibi olduğu fikrine varalı nereye varır bunun sonu kaygısını terkettiğinden, "abla"da hiç umutsuzluk yaratmaz.

Gün boyu sınandığı, baktığında koordinatlarını beğendiği güzel Ekim Cumartesisi, akrabalarla sevgi dolu buluşma ardından,
"eflâtun"a, "bilmemkaç" olduklarını söyledikleri korsan taksiyle evlerine, yarı bedelle ulaşmalarıyla sona erer.

Ertesi gün, günlük güneşlik Ekim Pazarı, kızkardeşler bu kez bir Godard filmi izlemek üzere
Pera Müzesi kapısında buluşurlar. Fransa-İtalya, 1961 yapımı Kadın Kadındır: Yönetmen Jan-Luc Godard, oyuncular Jean-Paul Belmondo, Anna Karina, Jean-Claude Brialy, Henri Attal... Striptizci Angela, birlikte yaşadığı Emile'den bebek ister ama Emile'in buna gönlü yoktur. Ayaklarını silkeler yatağa girerler, konuşurken küser, kalkar kitaplığa giderler, isimleri elle kapatarak ürettikleri sözlerle birbirlerine sataşırlar. Arkadaşları Alfred bebek yapma işine çok heveslidir ve üzerine düşeni de yapar ama çift birbirlerini sevdiklerini farkeder, biraraya gelirler.

Oldumolası Godard filmlerini
"zor" bulan "abla", bu kolay izlenen, eğlenceli müzikâl filmden memnun çıkar; yönetmen ile Truffaut filmlerine şirin göndermeler, kafede Jean-Paul Belmondo'nun, bu filmlerden birinin oyuncusu Burt Lancaster için "arkadaşım olur" deyip, dönüp kameraya sırıtışı... sinemanın gişe kaygısıyla çatılmış kalıplarının olmadığı zamanlarda yapılan filmlerin, ayrı bir tadı olduğunu düşündürür. Angela'yı "şımarık" bulmasının, genlerine işlemiş kadın değersizliği'nden kaynaklanıyor olabileceğini farkeden "abla", bu farkındalığın altını usulca çizer.

Karanlık, ıslak Ekim Pazartesisi sabah 5:30'da,
tufan provası yağış eşliğinde Kuzey Ege'deki evine varan "abla", bir sonraki gün, lodosun nazikçe üfürdüğü ılık Ekim Salısı denize girmeyip yazı yazdığı için suçluluk duymaz, kendisini mutlu eden yazma eylemi sırasında, kendisini bir sonraki iş(ler)i planlarken ya da birşeyler kaçırıyormuş paniğine kapılmış bulmaz. Ve verandada, kendisine koliden ev yapan, önüne mama, süt, haşlanmış yumurta koyan, sulandırılmış İsveç Şurubu'yla ıslatılmış pamukla sık sık sümüklerini silen "abla"nın, kucağı için cayır cayır bağıran bebek kedi, vicdanını rahatsız etmez.

Koordinatlarının yerleştiği tüm bu
yeni iyilik noktalarının, bakışının, -taaa uzaklara dek pırıl pırıl görüş sağlayarak- keskinleşmesi gibi, ruhunun da, -doğru-iyi-güzel seçimlerle, suçluluk duymaksızın dengede kalabilmesini sağlayan- becerilerinin arttığını gözlediği muhteşem zamanın, enerji aldığı günler sonrasına denk geldiğini sevgiyle saptayan "abla" sevinçle, epeydir alamadığı kadar deriiiin bir soluk alır.

13 Ağustos 2010 Cuma

"Abla"nın, bir zorlu öfke yangınından daha, tutuşmadan geçişinin öyküsü.

Bir gün önce kendisine bir vantilatör hediye ederek, sıcaktan ağırlaşıp üstlerine yapışmış geceyi hayatta kalarak geçirmesini sağlayan; yaşamdaki amacı, başta seyahat, -kendisinin lüks saydığı- birtakım ihtiyaçlarını karşılamak gibi görünen küçük kızkardeşiyle, sakin sıcak denizden çıkıp, otoparka dönüşmüş bahçesi içinden geçerek verandaya ulaşan "abla"nın, sardunya bariyerini aşarak ortalara kadar gelip parketmiş beyaz Tofaş otomobili görmesiyle, saçlarının diken diken olması bir olur!

İlk iş kooordinatlarını, duygusal açıdan dengeye ne uzaklıkta olduğunu kontrol eder: Durum hiç de parlak değil; kendisini, arabaya kötü bişey yapmayı planlarken bulan "abla", derin soluklarla tepkisini, buranın bir bahçe olduğunu anlatan sivridilli bir mesaj yazıp sileceğe iliştirme boyutuna indirirse de, görülen o ki, uzun süredir uzağında olmakla öğündüğü yakıcı öfke ateşinin tam göbeğinde!

Önce sessizleşir; kardeşine, öfkeyi büyütmemek adına birşey söylemez ama, geçen zaman kızgınlığını indirgemeye yardım etmeyince, arabanın verdiği rahatsızlığı, öfkesini dile getirir. Neşe gibi öfke de bulaşıcı ve katlanarak çoğalma özelliği taşıdığından, az zaman sonra kızkardeşler -dışarıdan bakana taze ceviz yiyor görünmekteyseler de- kendilerini pusuya yatmış, arabanın talihsiz sahibini bekliyorken bulurlar.

"Abla"nın mırıl mırıl "...sabır, huzur..." dilediği zaman, -kontrolün, öfke temsilcisi ego'su Sebastian'dan, sükûnet, hoşgörü temsilcisi Ben'im Varlığı Basiret Hanım'a geçtiği paha biçilmez zaman- ilerler, ilerler, ilerler... Yüreğindeki kızıl öfke korunun küllenmeye yüz tuttuğu, aklındaki kötücül planların puslandığı bir zaman aralığında, elinde uzun saplı spor çantası, üzerinde Trabzonspor forması, yüzünde meleksi utangaç bir ifade olan, iri mavi gözlü, yuvarlak yüzlü sarışın genç arabanın yanında belirir.

Kucağındaki ceviz kabukları dolu tepsiyi masaya koymasıyla, yerinden fırlayıp verandanın parmaklığına dayanması bir olan "abla"nın ilk çıkışı "bizim bahçeyi pek beğenmediniz galiba?" biçimindedir. İki kardeş,
sonradan Burhaniye İskele'de oturduğu anlaşılan- deplasmandaki genci sağlı sollu sataşmalarla epey sıkıştırırlarsa da, oğlanın mahcup tavrı ile, aradan geçen, öfke/sevgi seçimi yapmaya yetecek uzunluktaki muhteşem zaman süresi sayesinde -bir saat önce karşılaşılmış olsa, çok daha sert bir tartışmaya yol açabilecekken- şakalaşma kıvamında süren görüşme, oğlanın, verdiği hasara karşılık bahçesinden sebze getirme vaadiyle, güle eğlene sona erer; kızkardeşler edindikleri bu yeni kardeşlerinin korna çalarak ayrılan arabasını el sallayarak uğurlarlar.

Beş yıl önce yaz kış oturmak niyetiyle, 30 yaşındaki yazlık eve tadilât yaptırırken, şirketin düzenli keşifleriyle karşılaşan, caddeye kadar olan alanı kapmaya, ne niyeti, ne de hâli ve vakti olmadığını anlatana dek göbeği çatlayan "abla", sözkonusu yerin otoparka dönüşmesini engellemek üzere, oraya buraya bahçıvan marifetiyle konmuş, plajı, yolu görememekten şikayetçi komşularının sabotajından korumak için aralarına bir iki de incir fidanı gizlenmiş sardunyaları, özene bezene sulamaya gayret eder.
Giden arabanın altından çıkan yere yapışmış sardunyaların gövdelerindeki, benzerlerine bahçenin öte kıyısında da rastladığı koyu kahve renk, aklına, birkaç yıl önce sularken gözleri önünde sessizce yıkılan, köküne paslı teneke sokulmuş incir fidanı, "bilinmeyen bir neden"le birden kuruyan bir başka meyve fidanı, aşılanmış armut ağacının dörder çeliğinden bazılarının sökülmesi olaylarında olduğu gibi, suikast olasılığı getirse de, "abla" bunlara fazlaca yatırım yapmamayı daha huzurlu bulur.

Ertesi akşam üzeri elinde
, topan patlıcan, domates, biber dolu bir poşetle veranda merdivenlerinde beliren meleksi masum bakışlı utangaç genç, "abla"nın huzura yaptığı yatırımın bir sonucu olsa gerektir.

25 Temmuz 2010 Pazar

"Abla"nın, Varlığınla Buluşma Seminer ve Şenliği izlenimleri, 4

Verandada, göbektaşına uzanmışçasına, küçük kızkardeşi ile ter dökerken, "mevsim dolayısıyla tam doluluğa ulaşan sitemizde, mevcut tesislerin, ancak ortaklarımızın ihtiyacını karşılayabildiği... ortaklarımızın kan ve sıhrî hısımları dışındakilerin site içerisine alınmayacakları... artezyen kuyularındaki azalma nedeniyle duşların kapatıldığı..." içerikli anonsa kulak veren, -yol üzerine çift sıra park edildiğinden- burnunu, verandası dibindeki akasya ağacı altına sokmaya çalışan büyük siyah arabayı görünce saçları diken diken olan "abla", kendisini birden, özgürlüğünü -alanını- yitirme korkusu sınavında bulur; üzerindeki işgal edilme, ele geçirilme gerginliğinden sıyrılabilmesi için bir kaç deriiiiin nefes alması gerekecektir.

Ustanın, her daim muhteşem müzikle mayaladığı, "merak etmeyin, kalbiniz, ciğerleriniz yanmayacak..." diyerek, hacimli nefeslerle derinleşmesini sağladığı, arada zil sesiyle sağlamlığını test ettiği meditasyonlar sırasında "abla", -çok istemesine karşın, ne yazık!-, kardeşleri gibi "uçma"yı beceremez. Her nedense, her seferinde ayakları yerde, dibi sandalyede, yere uzandığı bir çalışma sırasında ise, -bir ihtimal bu güzelim duyguyu deneyimleyebileceğini sandığı seferinde, boynu civarında dolanan karıncanın neşeli ısırıklarıyla- sırtı kündededir.

Uçamasa da; gözleri kapalıyken, birlikte ürettikleri
"ooooo!" sesi/frekansıyla güçlü mor ışıklar görür; bir kayanın kuytusunda loş bir mekânda, bebek İsa'nın sarımsı taş bir kurnada vaftizi, serin kumlu çölde yürürken rastladığı devasa kayanın gölgelediği derin, duru, lâcivert gölde yüzdüğü; kardeşleri, gelen enerji dalgalarına atlarken, bir önceki çalışmada kendisine kristal bir koni hediye eden 12 muhteremin içinde bulundukları saldan uzanan elle sudan çekilip, gönül bölgesindeki tahta-metal çarka, eski 2.5 liralar büyüklüğünde 12 pırlanta yerleştirdikleri, -uzaktan, ola ola hantal bir leylek olup uçuşunu gözlerken-, sırtına bağlı araba koltuğunda kahkahalar atan küçük bir oğlan çocuğunu bir yerlere götürdüğü; bir seferinde de eski minibüslerdeki çıkartmaları hatırlatan kocaman gözlerin uçuştuğu pek çok sahneye tanık olur.

Üzerinden bir hafta geçmiş olmasına karşın duygu yükünü yitirmeyen
, Dome'un ayakucunda, karşı tepeye bakan kerevette, iki kardeşiyle, arada bir-ikisinin kaydığı yıldızlı göğe bakıp, rüzgâr eserken susup, hafiflediğinde sazı ele alan cırcırböceklerinin cırıltısı kulağında geçirdiği gecenin sabahında, sivrisineklerin sol kaşı üzerinde yaptıkları yoğun çalışma sonucu, henüz botoks yaptırmışcasına ifadesiz alınla uyanışını; ustanın, "işin yarısını yaptığını..." iddia ettiği göletteki muhteşem banyoları; Dome kubbesi altında, birbirlerine sarıldıkça büyüyen, sarıp sarmalayan -neredeyse elle tutulur-, kardeşlik frekansından sıyrılmak istemeyip, ömrünün kalanını bir köşesinde geçirme dileğini; karışık ot -delidomat, kursalak, kızılbacak- böreğini, Saraylı tatlıyı; yoğun enerji duşlarıyla yorgun bedenini yatağa serdiği serin, ferah, güzelim Taş Ev'de, aşağıdan yükselerek, oda arkadaşıyla tutturduğu uzun sohbetlere karışan, gençlerin ürettiği müziğin harika ritmiyle uykuya varmayı; bir kazayla hafifçe puslansa da, başını boş yakaladığında, Kelt müziği eşliğinde -biraz ürkerek de olsa- trambolinde zıplayıp hoplamayı; gözleri bağlı diğerine güvenerek yaptıkları yürüyüş sonrası kampa, dere içinden, kayan yosunlu taşlar üzerinde dört ayak, güle eğlene dönüşlerini... "abla", kolay kolay unutamayacak.

Şu ya da bu şekilde
bir dokunuş, üç beş söz, bir bakış... ile birşeyler öğrenmesini sağlayanların yanısıra; dere yatağından ayıkladığı parlak taşlarla yaptığı yığmalara nazire, iri taşlarla muhteşem denge anıtları diken "meçhul sanatçı" kardeşine; "yorgun musun abla?" sorusuyla, yorgunluğuna dikkatini çekerken, bunun hiç de örtbas edilmesi gerekli bir eksiklik olmadığını farketmesini sağlayan kardeşine, ellerinden kendisini tanıyıp gözlerinde Belgin Doruk'u görerek, kendisini özel ve güzel hissetmesini sağlayan kardeşine, kalbini tüm gayretiyle açarak -bir gülle- ulaşmasına izin veren kardeşine, yeni tanıştıklarında sarılma için izin isteyip ayrılırken, kendisine pastanın kremasında olduğunu müjdeleyerek, tepeye, kırmızı şekerlemeye ulaşmak için -işaret parmağının ilk boğumunu göstererek- "şu kadar kaldı Fatoş Abla!" diyen, tatlı orman perisi kızkardeşine; çok uzun zamandır göğsüne çöreklenmiş oturan, soluğunu boğan tıkanıklığı, yaptığı şifa çalışmasıyla bir çırpıda söküp atan sevgili oda arkadaşına; bu güzelim buluşmayı organize eden Şifa Çemberi ile birlikte, gelmekte olanın demo'su muhteşem frekansı deneyimleme mekânı sağlayarak yardım ve yataklık eden Hızır Kamp'a; ve elbette, yüreğine koyarak yaşamını kolaylaştırdığı "herşey yolunda..." güveniyle 2004'ten bu yana, yoluna ışık tutup sorularının yanıtlarının peşine düşme itişi sağlayan ustası Ali'ye, "abla", -sözcüğün taşımaya yetmediği duygularla- içtenlikle teşekkür eder.

23 Temmuz 2010 Cuma

"Abla"nın, Varlığınla Buluşma Seminer ve Şenliği izlenimleri, 3

Sitenin, gece boyu bağıra çağıra, sert fren sesleriyle eğlenen, gündoğumuna yakın şapırtılarla denize giren, güneşin ilk ışıklarıyla yokolan vampirlerin dağıttığı uykusu üzerine, "serinde bahçeyi sulayayım..." diyerek yekinen "abla", son günlerde aldığı bir çok güzel haber/maile ek olarak, epeydir görmek istediği ahbaplarının sabah yürüyüşüne rastlar. Ayaküstü sohbetin tadı damağındayken sulamayı bitirir, bir üst sokak komşusuna takılır, beraber denize inerler. Hanım, "abla"nın kampa gideceğini bilmektedir, neler yaptığını merak eder. "Neyi, nereye kadar, nasıl anlatmalı?" diye düşünürken, ego'su Sebastian'ın -kimbilir ne tür bitiş/bitirilişlerin hatırasını taşıyan- kaygısı kaynaklı otosansür filtresine takıldığını farkeder etmez silkinen "abla" "hayır!" der "hayır, bu defa değil! BU DEFA DEĞİL!"...

Sıralama ve grup çalışmaları için üç kez, değişimin enerjisini taşıyan, doğum tarihi olan 23-5-1958'de de olduğu şekliyle tekrarlandığından kendisine pek uygun gelen 5 rakamını çeken "abla", sırası geldiğinde, özgürlüğünü kaybetme korkusundan, bunun kendisini kapadığı kafesten şikayet eder. 2004'teki çalışmalar sırasında çözdüğünü sandığı "annesine öfkesi" meselesi tortudan arınmamış olmalı ki, sorumlulukla sakatlanmış sevgi ve kölelik korkusu için bir kez daha -20 yıl önce rahmetli olan- "anne enerjisi"yle yüzleşmesi gerekir.

Küçük kızkardeşini, kendisinden 4.5 yaş büyük "abla"ya emanet ederek toplumsal rolünü oynamaya giden annesi,
bacağı boyundaki kardeşini uyutmak için ayağında sallarken savsaklarsa, karşı duvardan bakan Atatürk portresinin kendisine kızacağını söyler. Görünen o ki "abla", annesini çok ciddiye alır; için için, o oynamak isterken kendisine bu sorumluluğu yükleyen annesine kızdığı yetmezmiş gibi, uzun yıllar rüyalarında, uyanıkken konuşmalarında kızıyla karıştırdığı küçük kızkardeşine de kızgınlık duyar. Çalışma sırasında "anne enerjisi"nin modeliyle kucaklaştığında sırtını tapışlaması, hanımın "aaa, beni teselli ediyor, anne sen değilsin ki, benim anne!" tepkisiyle karşılanır. Bu çalışma, kendini, hiç sorgulamaksızın "sorumlu" sayıp annesi yerine koyan "abla"nın, "senin için bir şey yapmalıyım!" diyerek sıkıntılara boğduğu küçük kızkardeşinin -bazısı hırçın- tepkilerinin de açıklamasıdır. Sonunda "abla"nın, büyük olasılıkla, hafta sonu için İstanbul'dan gelen küçük kızkardeşini, 48 yıl süren sorumluluk prangasından salıverileceği saatler, bu yazının okunduğu saatlere denk gelecektir.

Katılımcı kardeşlerinin, hâlletmeye geldikleri sorunları anlatıp, problemleri, birlikte yarattıkları kişilerin enerjileriyle yüzleşerek çözmelerini sağlayan çalışmalar yaptıkları oturumların birinde, su rengi gözlü güzelim bir kız çıkar öne;
"ne yapsam" der, "anneme beğendiremiyorum..." Cümlesi gözyaşlarına boğulurken, yaşamını ,
-elbette en iyisini yapmak adına- kararttığı kendi kızıyla yüzleşen "abla", gözyaşlarıyla sarıldığı güzel kardeşinden özür diler. Devamında bu, ebeveyn ve evlât tarafını temsil edenlerin, ana-babalık ve çocukluk sürecinde, çizginin ötesinde ya da berisinde olmaları dışında, aynı enerjinin aktörü/aktristi/kurbanı olduklarının ortaya çıktığı çok değerli bir çalışma olur.

Bir diğer çalışmada katılımcılar ellerini tuttukları kardeşlerinin gözlerinin içine bakarlar; daha sonra içiçe iki dairede yan yana sıralı sandalyelerde oturanlar birer kayar, karşısına oturdukları kişinin ellerini tutarak gözlerine bakarlar; katılımcıların, gözler bağlıyken ayakta gezinerek buluştuğu diğerinin ellerini tuttuğu bir başka çalışmanın amacı diğerinin kim olabileceğini sezebilme, yüreğine sızabilme alıştırmasıdır.

Hiç kimseyi tanımadığından yabancılık hissettiği, cinsiyetle ilgili kalıplara takılıp tökezlediği, toplumsal hiyerarşi pratiğiyle tedirginlik duyduğu,
"elele tutuşup diğerinin gözünün içine bakma" çalışmalarında "abla", başlangıçta sıkıntı çekse de, alışıp bu harika maceraya kapılmakta gecikmez.

Toplumsal koordinatları kesin ve keskin iş adamının gözlerinden, bir çocuk masum, yumuşacık bakar;
yaşam mı onu o mu yaşamı örselemiş belli değil bir genç adamın gözleri, "abla"nın Katmandu'da gördüğü, kubbesi safranla yıkanan stupaya çizili Buda'nın gözleridir: (http://www.dailymotion.com/video/x2jf1i_buddhist-swayambunath-stupa-kathman_politics) Kız kardeşlerinden biriyle bakışırken "abla", diğerinin gücünü tartan, biri kendisi iki samuray arasında, göz hizasında parlayan yatay kılıcın pırıltısını görür. Nihayet, diğerinin içindeki varlığın ve ışığın onurlandırıldığı bir çalışma sırasında, kızıyla akran bal rengi gözlü erkek kardeşi, "abla"ya "Fatmacım" diye seslenip, yaş, cinsiyet türünden en güçlü kalıplarını yerle bir ederek, elele, bir olmanın tam olarak ne anlama geldiğini, yüreğiyle anlamasını sağlar.

Gözleri bağlıyken kendisini, büyük durulukla saptayan kardeşlerinin tersine, sesini duyduğu kardeşinin bile kim olduğunu anlamayan "abla", yüreğiyle kalplerine baktığında, birinin
kristal sütunlu görkemli bir kapıdan geçerek serin kumlu bir çölde mutlulukla ilerlediğini, ötekinin taşlı zeminde berrak bir su olup huzurla aktığını, son kardeşinin, üç çalışma sonra, geçit vermeyen sarp kayalık kalbinde izin verdiği aralıktan içeri bir kırmızı gül koyabildiğini görür.

"Abla"yı ürküten gece çalışmalarından biri
itiraflar başlıklıdır: Ortada, sadece bir kaç mumun aydınlattığı Dome'da, yanyana sandalyelerde oturanların gözleri, siyah bantlarla bağlı. Usta start verdiğinde ilk konuşan, çoktandır eteğindeki bu koca taştan kurtulmak isteyen "abla"dır, "cevapları bildiğim bir yarışmada para kazandım" der; kardeşleri, ufak tefek hırsızlıklar, ağırlıklı olarak cinsellikle ilgili taşları döker hafiflerlerken, tabancasını, kedileri sevdiği halde, geçmekte olan kediye doğrultup hayvanı vuran, bundan duyduğu acıyı saf kalple dile getiren itiraf, -içtenliği yüzünden- alkış alır.

Frekanslar
ın deneyimlendiği gece oturumu "abla" dışında tüm kardeşleri için ilginç bir deneyim olur: Yargısızlıklarından mıdır nedir, Dünyanın bazı yerlerinin, kahve ve bazı içeceklerin frekanslarını dener, pek de güzel tanımlarlar. Hangi gezegenden geldikleri çalışması sırasında, -yalnız dolanan- abla"nın payına düşen, özlem duygusunun eşlik ettiği tuhaf kent görüntüleridir.

22 Temmuz 2010 Perşembe

"Abla"nın, Varlığınla Buluşma Seminer ve Şenliği izlenimleri, 2

Ertesi sabah, İstanbul'dan gelecekleri karşılama heyecanıyla erkenden uyanan "abla", bir ucunda, anne şefkatini güzelim yemeklerine katan güler yüzlü kadınların çalıştığı mutfağın bulunduğu, kahvaltıların edildiği, yemeklerin yendiği, yukarıda çamlarla bezeli tepeye, aşağıda mırıltılı dereye bakan taraçaya varır, oda arkadaşlarını saptamak üzere yorgun kalabalığı taramaya alır. Aralarından biri, bir güzel kadınla bakışır, tur organizatörleri olduğunu tahmin ettiği hanımlara yanaşır, isim vererek oda arkadaşlarını bulmaya çalıştığını anlatır. Az önceki bakışma, -sanki- yakalarda karanfillerin olmadığı bir randevunun buluşmasıdır, tanışırlar.

Burhaniye'de bir yıl okuduğu için, "abla"nın, "hemşeri"si ilân ettiği,
canayakınlığı boyundan uzun Mehmet'in servis yaptığı, taze pişmiş pide, tereyağ, zerdeçalla karıştırdıkları bal, zeytin, peynir, domates, salatalık, biber ve -kaldığı evin yakınında yaşadıklarından- tanışı tavukların, değişik turuncu tonlarda sarılı yumurtaları ile yapılan güzel, zengin kahvaltı sonrası, "abla"nın da ablası diğer oda arkadaşlarının eklenmesiyle Taş Ev 1'e çıkan üçlü, çocuk yatağı dışındaki, -saptanan sakıncalarının herkesin farkına vardığı- ebeveyn yatağını paylaşmayı reddederlerse de, içlerinden birinin Taş Ev 2'deki boş tek yatağa geçmesiyle sorun kansız biçimde çözülür.

Kahvaltı sonrası Dome'da ilk buluşmanın konusu, tanışma ve katılımcıların, bu çalışmaya katılma nedenleridir. Yanak yanağa vermiş görkemli iki çamın gölgelediği yuvarlak taş zemin üzerine yerleştirilmiş, 3-4 adam boyu yüksekliğindeki, uzay çatı metal iskelete giydirilmiş, şeffaf-mat plastik beyaz kubbenin zemini cilalı ahşap. Çadırın insan boyu yüksekliği, cırcırböceği cırıltısı ile reçine kokusu yüklü sıcak rüzgâra izin veren
-çepeçevre örtülebilir- tül/telle sarılı.

Kubbeli mekânların tüm kutsallığını taşıyan/yaşatan Dome'a, fermuarlı kapıdan,
yandaki çamın dibindeki, ortasında kristal bulunan sunak önünde ayakkabılarını çıkararak giren 35 kişi, içerideki sandalyelere dağılırlar. Daha önce gelip burada yaptığı çalışmalardan memnun kalıp, daha da mutlu olmak isteyenler dışında gelenlerin çoğu, berikilerde gördüğü değişikliğe duyduğu hayranlıkla o kıdemliye eklenerek gelenlerden oluşmakta...

Aralarında avukat, diş doktoru, iş adamı, tekstilci, bankacı, öğrenci... yanısıra şifacıların da bulunduğu bir kaç çift,
yavru kediler gibi boğuşan bir grup delikanlı, teyze-yeğen; kıyısından köşesinden, yaklaşmakta olan muhteşem değişikliğin farkında olup bu konuda ne yapması gerektiğine dair bir iteklemeyle, ruhlarına ağırlık veren gülleleri birer uçan balona dönüştürmek ortak hedefi ile bir araya gelmiş, değişik yaş gruplarından, kadınlı -şaşırtıcı oranda artmış olarak- erkekli gruptan, sırası gelen kim olduğunu, geliş amacını dillendirir.

Özgürlüğünü yitirme korkusu
nun yaşamını ele geçirdiğini görüp, bunu, ne yapıp edip ardında bırakması gerektiğini, sevgisinin sonsuz olabilecekken gelip gelip sorumluluk duvarına tosladığını hisseden "abla", en çok, güzelim bal rengi gözlerinden akan yaşlarla, ablasındaki huzuru kıskandığı için geldiğini, onun gibi olmak istediğini açıklayan kardeşinden etkilenir.

Kendisini buralara getiren büyük acıyı, "abla"yla, bilgelikle paylaşırken (
http://www.derki.com/sayi34/41-ilk-sok.html), bundan doğacak büyük iyilikle ilgili projesini de (http://www.facebook.com/?sk=2361831622#!/group.php?gid=129469070402684) aktaran oda arkadaşı, minicikken ölerek geride kalbi kırık bir anne bırakan evlâdı, tüm bu trajedi içinde, -yaşadığımız Dünya'nın yargılarıyla bakıldığında- akılalmaz katı yaklaşımıyla, kızını tutup tutup nihaî/ilâhi hedefe çeken anneanne, "abla"ya kalırsa, derin bir saygı duygusuyla onurlandırılmayı hakeder.

Zakkum ve çam dallarının,
olağanüstü bir iyilik duygusu yaratan suyla sarmaştığı, güzel, serin, huzur verici göl molalı ilk günde, gelmekte olanla ilgili temel bilginin, beyaz tahtada renkli kalemlerle anlatıldığı ders kadar, kardeşlerinin tepkileri de "abla" için yeni değildir. 2004 yılında aynı dersi dinleyen "abla" için farklı olan, önyargı, kaygı, korku, dehşet, panik gibi kendisini kötü hissettiren, ego'su Sebastian çıkışlı duygularını gün be gün geride bırakıp, Ben'im Varlığı Basiret Hanım'ın rehberliğinde, gelenin ihtişamına duyduğu hayranlıkla büyüdükçe büyüyen "abla"nın bizzat kendisidir.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

"Abla"nın Varlığınla Buluşma Seminer ve Şenliği izlenimleri, 1

Yuvarlak melamin tepsiye yerleştirdiği çay, keçi peyniri, zeytinden oluşan alçakgönüllü kahvaltısını eder, zerdeçallı bal sürdüğü peksimetini gevelerken kulağına gelen biiip, biiip, biiip, biiip'ler üzerine verandadan bakan "abla" ne görsün? Şirketin kepçesi taarruza geçmiş, geri geri giderek, emek emek suladığı sardunyalar, zakkumlar üzerinden bitişik sıradaki evlerden biri bahçesine ulaşmaya çalışmakta: Bu bir sınav! Hemen koordinatlarını kontrol edip, duygusal açıdan nerede olduğuna bakan "abla", dehşetsiz, öfkesiz, paniksiz konumunu beğenir. Az bir zaman önce tam çizgide olduğunu, öfkesizliğe geçmek, orada kalabilmek için çaba harcadığını, şimdi ise bunu doğallıkla yapabildiğini görür pek sevinir.

Kahvaltısını bitirir, tıkanmış kanalizasyon kanalına ulaşmak üzere kazma işini bitirmiş kepçenin bahçeyi terkedişini izler, kısa bir hasar saptaması yapar, bilgisayarını açar; 2004'te çalışmalara başladıkları yıllarda,
"duygusuz birer et parçası..." olmalarından kaygı duyan sevgili kardeşini anarak yazısına başlar:

İstanbul'dayken, bilge arkadaşının
"çemberler tamamlanıyor" demesi üzerine kulakları ve burnu havada "abla", bir işaret beklemekteyken, ilgiyle izlediği koşulsuz sevgi sitesinde 17-18 Temmuz, Bilinçli Kavuşum içerikli yazılarla karşılaşır. Demeye kalmadan, 2004'te, Kadıköy'de bir dershanenin üst katında, bir kaç ay boyunca daha iyi olmak için yaptıkları çalışmalarda kendilerine rehberlik eden ustasından Kaz Dağları Hızır Kamp'ta -sözkonusu tarihi kapsayan beş günlük sürede- yapılacak Varlığınla Buluşma Seminer ve Şenliği'ni haber veren bir mail alır.

"Gün, bu gün!" der, yerini ayırtır; gidişiyle dönüşü arasında geçen süre içinde "abla", bu bir çeşit Milâtmış da, oradan öteye yol varmış gibi, kamp sonrası için hiç plan yapmaz.

İstanbul'dan gelenlerle buluşmakta zorluk çekmemek için kampa bir gün önce yollanan "abla", serviste rastladığı komşusuna ve Burhaniye, Yorgancılar Sokağı'nda uğrayıp balık çorbası içtiği ahbabına konuyu
"pek mübarek günler..." diye anlatır, saf kalple iyilik için dua etmelerini önerir.

Edremit'ten bindiği LPG'li taksi ile,
Zeytinli'den geçerek Kaz Dağları Milli Parkı içlerindeki Hızır Kamp'a ulaştığında günü yarılamıştır; kalacağı Taş Ev'in bir önceki konuğu -gönülsüzce- ayrılana dek, taşlar üzerinde şıngırdıyarak akan duru dereye çekilen engelle oluşturulan gölete girer. Derenin yatağı ile kışın kullandığı daha geniş yatağına serili, -Şirince'nin de zeminine döşeli- ışıltılı taş, (Coğrafya Sözlüğü'nde belirtildiği üzere, granitin yüksek sıcaklık ve basınç altında değişime uğraması yani metamorfize olması sonucu oluşan) gnays, "abla"nın ilgi ve beğenisini hakeder, "Kaz Dağları'ndan bana bir taş getir" diyen komşusu, kızı ve kızkardeşleri için en parlayanlarından birkaç tane seçilir. Kitabını okur, çevreye kulak açar, dereye girer, yabancılık hissettiğinden olmalı suyu soğuk bulur, minik bir melek kız bebekleriyle Avusturyalı aileyi gözler, sever.

Yerleşmek üzere kendisini kalacağı Taş Ev'e götüren kardeşinin verdiği,
"Dom'un yukarıda olduğu..." bilgisini, "abla"nın ego'su Sebastian, "vallaha ben fazla kaptırmak istemiyorum" şeklinde yanıtlar.

Yemek öncesi, çamlar altında bir kerevette,
İstanbul'dan gelenler dışında seminere katılmaya niyetli küçük grupla hasret gideren ustasına rastlar, izleyen günlerde grupla tekrarlayarak sonrasında tiryakilik yaratacak şekilde sıkıca sarılır özlem giderirler. 2004'ten beri görüşmediklerinden, "abla"nın anlatacak çok şeyi vardır.

"Abla"nın,
anne yemeği diyerek sevgi ve özlemle adlandırdığı güzellikteki akşam yemeğinde, seminerin diğer öğünlerine de damgasını vuracak olan, çok derde deva zerdeçal baş rol oynar.

Yemek sonrası, ustanın önerisiyle
-belli ki seminer başlamıştır-, esmer güzeli, gülüşü kendinden güzel bir kızla "hayırdır inşallah!" diyerek sakin bir köşeye çekilen "abla"nın üç soru yanıtlaması istenir. Gözlerinin pırıl pırıl akı ile dişlerinin beyazı karanlıkta ışıldayan kardeşi sorar: "Ne istiyorsun?" "Abla"nın hedefi belli; "Ben'im Varlığımla buluşmak!" İkinci soru, "Ne yapacaksın?" Yanıt, "Pozitif/yeşil alanda dengede kalacağım!" Üçüncü soru "Neyi deneyimleyeceksin?" "Abla" çok kararlı, "Pozitif/yeşil alanda dengede kalmayı kalıcı hale getireceğim!" Kardeşi sabırla defalarca tekrarlar, Nuh... diyen "abla" ...Peygamber demez, ifadesini değiştirmez. Herşeyin -zaten- yolunda olduğu, hiçbirşey yapmanın gerekmediği prensibine dayanan sorgu, "abla"nın çooook yükseklerdeki çıtasına takılır; değersizlik duygusunu yeni yeni üzerinden atıp Tanrı'nın eşsiz güzellikte bir parçası olduğu fikrine ulaşalı/alışalı, bir lokma bir hırka kanaatkârlığından sıyrılmış -kararlı tekrarlarla ne istediğinin DNA'sına dek her hücresince duyulmasını sağlayan- "abla" ister de ister, talihsiz sorgucu kardeşini epeyce yorar.

Cırcır böceği cırıltısının
aşağıdan gelen dere mırıltısına karıştığı, antepfıstığı, zeytin, mandalina ağaçları arasındaki Taş Ev'e yatmaya giden "abla", pencere kenarındaki yatağında zeytinden sıyrılmış gök parçasında yakalayabildiği yıldızlara bakarken derin, sakin, güzel bir uykuya dalar.

20 Temmuz 2010 Salı

"Abla", katıldığı "Varlığınla Buluşma Seminer ve Şenliği*" sonuçlarını test eder.

18 Temmuz 2010, Pazar öğleden sonra, gruptan iki kişiyle Edremit'e bırakılan, acı sıcakta uyuklayarak, poyrazla allak bullak evine ulaşan "abla", oda arkadaşının kendisine hediyesi son akşam mucizesi derin sakin soluklarla geçirdiği huzurlu gecenin sonunda, bir bakar ki kamptan ayrılırken eksik ödeme yapmış! Kampı arar, hesap numarası alır, haftasonu gelecek kızkardeşine pişirmek üzere kızılbacak da almak üzere, Burhaniye pazarına iner.

Şehrin, korkudan doğan öfkeyle çılgın, yazlıkçı mahşer kalabalığı içinde, yüzüne, b..unda boncuk bulmuş ifadesi veren tebessümüyle PTT'ye yollanan "abla", 116 kişi sonraya sıra veren numarasını alır, durum muhakemesi yapar, beklemek yerine havale için bankaya gider.


Görevlinin, içerden değil de, beşte bir havale ücreti ödeyerek dışarıdan, bankamatikten işlem yapmasını önermesiyle,
Hızır Kamp'a borcu 80 TL'yi kartsız yollama "sınavı"na girer:

Bankamatik'in önüne dikilir, altta bulduğu, YENİ başlıklı havale menüsünü tıklar, can havliyle -göbeğinin kastığı- bel çantasından nüfus cüzdanını çıkarır, kendisinden istenen TC Kimlik No'sunu girer, doğum tarihinin ay kısmını 05 diye yazmayı becerene dek debelenir, bir sonraki "level"a atladığını sandığı sırada, kendisinden -kullanmadığı, olmayan- cep telefonu numarasını isteyen ekranı nasıl ikna edeceğini düşünürken, birden, ardından yükselen seslerle ayılır. O arada 5-6 kişiye ulaşmış, -sıcak altında öfke kontrol eşiği epey düşmüş- kuyruk, birbirlerinden aldıkları destekle, yüksek sesle homurdanmakta! Aralarında "abla"ya en yakın yaşlı bey, burnuna düşmüş gözlüğü üzerinden "...bilmiyorsa, hafta sonu kimse yokken gelip öğrenmesini, kimsenin hakkını gaspetmemesini.." önermekte.

Kalabalık oybirliğiyle "abla"yı lanetlerken, o sakince içeri,
duygusal olarak nerede olduğuna bakar, hafif telâş varsa da, panik, yok, dehşet yok, en güzeli öfke yok! Muhteşem! Ardındaki beyi yanıtlar gibi kuyruğa, yumuşacık, "eşit şartlardayız" der, "bir kez daha deneyeceğim". Kartsız işlem butonunu, kısa bir zaman önce "akılalmaz yüzsüzlük!" dediği kılıkta yeniden tıklarken, kanlı bir linçten ürken banka görevlisi yanına ulaşır, kontrolü ele alır:

Ekranda, -elbette "abla"dan hızlı- sörf yaparak cep telefonu aşamasına gelirler, ev telefonunu yazar beğendiremezler, görevli işlemi içerden yapmasını önerir, "abla" 25 TL havale ücreti ödeme fikrini beğenmez, nihayet kızkardeşinin cep telefonunu girerler ama bu kez de para üstü iade sorunu nedeniyle "abla"nın para bozdurmaya gitmesi gerekir.

Yakındaki pastaneye girip cüzdanını eşelerken tam gereken miktarı bulan "abla"nın ayarlarında bir bozukluk olmaz. Elinde bozuk paralarla bankamatik'e seğirttiğini görüp dışarı fırlayan görevlinin yardımıyla işlem tamamlanır. Makbuzla birlikte,
sabır, sükûnet, olgunluk, öfkenin kışkırtmalarına kapılmamak konularında tam not alan "abla", yüreğinde, sokakta sevdiceğiyle karşılaşmış yeniyetme sevinci ve mutluluğuyla çaput pazarından geçip kızılbacak almaya sebze pazarına yollanır.


*"Abla" izleyen yazılarında, "Varlığınla Buluşma Seminer ve Şenliği"ni, sürekli okuyucusunun, sebeplerini gayet iyi bildiği, varlığıyla buluşma ihtiyacının onu götürdüğü kampta yaşadıkları, kuşandıkları anlatacak
.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Bu kez kızının, "mor" doğum günü hediyesinin bedelini ödemeyi unutan "abla", "akılsız köpeği yol kocatır!" diye söylene söylene geri döner.

İki hafta önce, kızının anneler günü hediyesi olarak aldığı enerjinin ikinci doz/taksidini, bu kez, -aynı günlere rastladığından- doğum günü hediyesi olarak almak üzere, Cuma sabahı 9:00'da Selamiçeşme'de olan "abla", Reiki Master hanımın masaj masasına, bir önceki gelişinde kendisine giydirdiği yeni enerji elbisesinden memnun, "daha ne ekleyebilir acaba?" merakıyla uzanır.

Huzurlu müziğe bu kez biberiye kokusu eşlik ederken, bir öncekindeki gibi, "abla"nın başından başlattığı çalışmanın ilk etabında, enerjiyle sıcacık ellerini gözleri ve elmacık kemiklerini örtecek şekilde yerleştiren öğretmen hanımın,
dişlerde bir problem olup olmadığı sorusunu, "üst çenede mine aşınması nedeniyle aşırı duyarlılık yüzünden sızlama" diye yanıtlayan "abla"nın gözü önüne, yanağı altından yanıp sönen kırmızı ışıkla rapor veren diş görüntüsü canlanır.

Çalışma, bir önceki seanstan farklı,
kalp çakrasının arındırılması amaçlı kristal kalp dileği/niyetiyle sürerken, ille de herşeye kendi yorumunu katma merakındaki "abla", şıkır şıkır ışıldayan saf kristal ışıklı kalbine bir de kırmızı gül ekler. Bir sonraki aşamada, çocukluğunun en eski aşamasına gitmesini isteyen öğretmen hanımın rehberliğiyle -2004'teki seminerlerde oralarda çok dolaştığı halde, yorgun annesinin gözünden kendini sakladığı içinortanca kardeşinden başka çocuk görmediğinden- bir bebeklik görüntüsüne şaşkınlıkla ulaşan "abla", içindeki koca kafalı, kara bukleli çocuğu kucaklar, -kokusunu duyduğuna yemin edebilir!- öper, sever, sıkıca göğsüne yaslar, sarmalar, avutur.

Düşmelerden gelen bel ve bağlı olarak sağ bacak arızasına özel olarak ağırlık veren öğretmenin çalışmasını, "abla", imgeleme yaparak destekler. Kapalı gözleri önünde hayâl gücünün sahnesi hazırdır; uyluk ve kaval kemiği üzerine serili, donuk, soğuk, beyaz bezleri, hışımla toplayıp küçük bir bavula tıkan -biri-, acı, çekilme, kasılma, kamaşma duygularıyla doldurduğu çantayı alıp, kapıyı ardından çarparak çıkar, gider!..

Omuz, göğüs ve boğazına enerji aktaran öğretmenin,
"çok güçlüsün, öyle hırsla değil, yumuşacık, her güçlüğün üstesinden gelirim demişsin..." demesini, -eskilerde olsa ego'su Sebastian'ı şişirecek sözlerini- "abla", avatarı olduğu Basiret Hanım bilgeliğiyle, sakince "her zaman biliyordum, ne bildiğimi bilmiyordum..." diye yanıtlar. Kendi isteği dışında gelişen ikinci evliliği öncesinde, yaşamaktan çok yorulduğu/vazgeçtiği sıra, bademcik ameliyatı için aldığı narkozdan uyanmamayı seçtiği zaman aralığında -sonradan annesinin dualarının aktive ettiğini anladığı- otomatik pilot (sağduyusu, yüksek benliği, Ben'im Varlığı, Tanrısal yanı Basiret Hanım) kontrolüyle, "bedenimin bir yanı, her zaman ego'm dışında çalıştı, bunu gördüm de ne demeye geldiğini anlamam çok sonra..." diyerek açıklar.

Sağ kulağındaki, Fatma'nın
-Meryem'in- eli küpesini çıkarır, embriyona benzeyen kulak kepçesinin, bedendeki belli noktalara karşılık gelmesi prensibine dayalı kulaklarla çalışma sonrası "abla", öğretmenin, bu iş için günde üç dakika ayırmanın şaşırtıcı sonuçlar verdiği önersini kulağına küpe yapar.

Çakralar üzerindeki, hastalıklara ortam hazırlayan tıkanıklık giderici çalışmanın sonlarına doğru -yaratıcılığı da destekleyen- cinsellik çakrasının açık ama epeydir kullanılmamış olduğunu saptayan öğretmene "abla", o enerjiyi yazmaya aktardığını söyleyerek kendini savunurken, bedeninin, yumuşak köpükten bir kabukla sarıldığı imgesinin ne olduğunu anlamaya çalışırken hanımın "auranızı kalınlaştırıyorum, hissediyor musunuz?" sorusuyla bir kez daha şaşkınlık yaşar, tabanlarında bile kalınlığını hissettiği ışık kozasını, sağlam, hafif, dışı beyaz içi kırmızı astronot giysisi olarak tanımlar.

Çalışmanın sonunda,
yarım litrelik pet şişenin ağzı kesilerek üretilmiş huniyi dişleri arasına sıkıştırarak yer minderine uzanmasını istediği, -stres hallerinde soluk alışverişini kesme eğilimindeki- "abla"nın nefes kontrolünü yapan, ortaya çıkan manzarayı verimsiz bulan, beden ve ruh sağlığının başarısının büyük kısmının, doğru nefes alışverişiyle mümkün olduğunu anlatan öğretmen, 50 yaş altı -5'er kişilik- hanım gruplarıyla yaptığı Nefes Koçluğu (http://birsanatyasam.com/) çalışmalarına katılmasını önerirse de, Ege'deki evine dönme heyecanı içindeki "abla"nın bunu becerebileceği şüphelidir.

Öngörülen birbuçuk saatlik süreyi aşarak 2 saat 15 dakika süren seans bitiminde vedalaşarak ayrılan "abla", yol boyu içinde fıkırdayan "bir eksiklik, tuhaflık var!.." duygusunun farkına vardığında, Kadıköy Meydanı'na varmıştır bile; kızının "abla"ya doğum günü hediyesi, ikinci enerji dozu seansı bedelini ödemeyi unutmuştur! Yaşamı boyunca en dikkat ettiği konulardan biri olmasına karşın, -yıllar önce bir keresinde, Şişli Yeniköy dolmuşunda, dikiz aynasından kendisine, ücret ödememiş gibi dik dik bakan şoföre içerleyişinde olduğu gibi-, akılsızlık etmesine bu kez eskisi kadar kızmaz, kendisine hakaretler yağdırmaz. İskelenin öte yanına düşen Bostancı dolmuşuna biner, "akılsız köpeği yol kocatır!" diye söylenerek geldiği yolu gerisingeri gider, -Salı günü görüşecek olmalarına karşın- ödemesini yaptığı öğretmen hanıma, bu olaydan aklın yerini sezginin almakta olduğu son zamanlarda aklı devre dışı bırakmakta acele etmemek gerektiği dersini aldığını bildirir, bir kez daha vedalaşırlar.

Kadıköy'e ikinci varışında "abla", bir sevgili arkadaşının,
Müdür isimli birkaç aylık zımba gibi kara kedinin şenlendirdiği, Haydarpaşa ve tüm Kadıköy iskelesine nazır muhteşem manzara yüzünden nasıl iş yapıp para kazanabildiklerine akıl sır erdiremediği -denizcilik işlemleri yapan- işyerine uğrar. Kendi kedileri epeyce yaşlı, Ege'deki kedileri altı ay geride kalmış olduğundan genç kediyle oynamaya doyamayan "abla" sonunda, iskeleye yanaşan, altıncı kattan gözlediği gemilerden birini beğenir, kızlarla vedalaşır, on dakika sonra kalkacak olan Karaköy vapuruna sabrı elvermediğinden ilk vapurla Eminönü'ne geçer. Köprü altından Karaköy'e yürür, rıhtıma sıralanmış Boylu Soylu Yelkenliler'i görmek üzere kontrol noktasından girer.

En baştaki 1906 doğumlu, resimlerinde yeşil yelkenlerle pek yakışıklı,
Küba gezisinde Trinidad'da evini gördükleri, flora/fauna araştırmacısı Alexander von Humboldt'un adını taşıyanı gözüne kestirirse de, sarışın, yaşlı bir denizcinin küpeşteden sarkıp tane tane "yarın sabah, dokuzbuçuk..." demesi üzerine diğerlerine yönelir. Tenacious (İngiltere), Kaliakra (Bulgaristan), Dar Mlodziezy (Polonya), Shabab Oman (Umman) teknelerini inceleyerek yürürken "büyük bir tanesini gezeyim" niyetiyle Rusya yapısı Mir'e yönelen "abla", ziyaretçiler teknelere, belli sayıda gruplar halinde alındığından yürüyüşüne devam eder, iskelenin ucundan gelen kıvrak güzelim bando müziğine yönelir: İkisi köpekbalığı, ikisi denizayısı başlıklı/giysili, birkaçı yerel giysili, ufak esmer adamların yerel çalgılarla yaptıkları muhteşem Pasifik Adaları müziğine iki dansçı da eşlik etmekte...

58.3 metre uzunluğundaki, 1953 doğumlu Endonezya yelkenlisi
Dewaruci, ahşap oyma kaptan köşkü, sandıklar, direkler çevresindeki boyama ve oyma yerel sanat figürleriyle süslü çok güzel bir tekne, burnunda bir de birebir boyutta bir denizci kabartması var. "Abla", elbette meraklısı için çok daha makbûl, modern gereçlerle donatılmış diğer yelkenliler yerine, Dewaruci'ye binip gezmiş olmaktan, müzikli danslı gösteriyi de yüksekten izlemekten pek memnun kalır.

Sarışın iri kıyım, esmer ufak tefek, buğday tenli başları puşili denizci gruplarının, 17:00-18:30 arası İstiklâl Caddesi'nde gerçekleştirecekleri yürüyüşe hazırlandıkları sıra; iskeledeki, değişik yaş gruplarındaki öğrenciler, elleri
poşetli yaşlı amcalar, değerli takılı, pahalı parfüm kokan şık hanımlardan oluşmuş tuhaf kalabalık içinden ters yöne yürüyerek, girdiği kapıdan çıkan "abla", bu kez kozmonot giysisi etkisi taşıyan yeni enerji elbisesiyle yaptığı ziyareti, gemiadamı enerjisini de hasad ederek sonlandırır; köprünün öte yanından Eminönü'ne yürür, otobüse biner, evine döner.

18 Mayıs 2010 Salı

Kızının, "mor" anneler günü hediyesini "abla", şarabî mor bir yazıyla anlatmaya niyetlenir.

Bir yıl önce, bir üçgenin en dar açısına sıkışmışlık duygusundan dert yandığında, doğum haritasını çıkaran arkadaşının, bunun, Ağustos 2009'da çözülmeye başlayacağını bildirmesine karşın, özlediği harekete kavuşamayan "abla", bir yere gitmiyor görünen yaşamına ivme kazandırmak için "ne olmalı, ne yapsam?", diye düşünürken, -dışarıdan bakana trajedi içinde yaşarmış gibi görünürken- sonsuz bilgelikle yol alıp, onca yoksunluk içinde ışımayı, ışıldatmayı sürdüren sevgili arkadaşının "çemberler tamamlanıyor!" diyerek verdiği müjde üzerine, "zamanıdır!" deyip epeydir niyetlendiği "enerji alma" konusunu gündeme getirir; Merkür geri gidişi son günlerinde bir Cuma sabahı, sahilden Bostancı dolmuşuna biner, Cemil Topuzlu durağında, muhallebicide iner, kızının Reiki öğretmeniyle buluşur.

Ağaçlar arasında bir apartmanın giriş katındaki tütsü kokulu küçük dairede,
yüzün konacağı deliği de olan masaj masasına sırt üstü uzanan "abla" bedenini, sevdiği menekşe kokusuyla mora boyanan yumuşak müzik eşliğinde, -kendisini ikili fiş olarak tanımlarken, üçlü fiş olup başka enerji biçimlerini alma, iletme becerisine sahip şifacı-rehber-öğretmenin-, titreşimini birbirine sürerek aktive ettiği ellerine bırakır. Yürekten gelen yumuşak sesiyle niyet eden öğretmenin, ellerinden birini, enerji çalışması için, önce onayını aldığı "abla"nın alnına, diğerini ensesiyle başının buluştuğu yere koyarak başlattığı çalışma; başının tepesine, köprücük kemiklerine, omuz başlarına, göğüs tahtasına, boğazına, yüreğine, avuç içlerine, diz kapaklarına, ayak bileklerine, tabanlarına... sevgi dolu dokunuşlarla sürer. Bedenine, jöle kıvamıyla şıkır şıkır yayılan ılık enerjinin huzurlu etkisi, daha sonra yüzüstü uzandığı masada, diz arkası, bel ve boylu boyunca omurga üzerinde dokunulan noktalarla, -"abla"nın kapalı gözleri önünde parlak mor renkler, birbirine sarılıp dansederek yükselen figürler ve birkaç yıl önce gittikleri (Hindistan Jaipur'da, dağlar arasındaki Amber Kalesi'ndekine benzer) işli mermer korkuluğun ardında, tüllerin savrulduğu geniş taraçada, topuzlu bir kadın olarak kendisini arkadan gördüğü- bir buçuk saat sonunda bütünlenir.

1999'da güneş tutulmasını Hasankeyf'de izlemek niyetiyle yola çıkmalarından bir hafta-on gün önce, bir trekking dergisinden buldukları, İzmit yakınlarında
İstanbuldere'ye giden "abla"nın içinde bulunduğu küçük arkadaş grubu, aklı erenin zor kalkışacağı parkuru yürürler. Derenin yosunlu kayalarla sarılı yatağı, zemini kaynayan sular yüzünden gevrek, taşların yuvarlandığı tepe yüzünden zahmetli yürüyüşün bir aralığında ayağı kayan "abla", iki kaya arasına düşer, kuyruk sokumuna bir parmak kala bir kaya parçasına çakılır. Bu olay, hareketli bir kadın olan "abla"ya, kendisini en çok, her seansta ortalama birer buçuk saat civarı oturmak zorunda kaldığı film festivallerinde hatırlatır; canı yanan "abla", kıpırdanıp, kıvranıp durduğu için yanındakilerden habire özür diler.

Geçen yıllar içinde portföyüne, taban çökmesi, topuk dikeni eklenen "abla", bunlarla yetinmez; Kuzey Ege'deki yaşamında, komşusunun ahşap merdivenini ıslak seramik zemine koyup çatıya çıkmaya çalışırken yere çakılıp hurdahaş olma kapasitesini de sınar! Arızalarla dolu geçmişini barındıran yaşları üstüste eklendikçe,
hastalık fikriyle arası olmayan "abla", doktor doktor dolaşacağına "bir şeyim yok!" modunda yaşayıp giderken, bir keresinde, Mecidiyeköy'de kırmızı ışıkta karşıya geçmeye çalışırken, yolun ortasında topuk dikeni yüzünden kilitlenip bir 4x4'ün şoförünün dehşete düşerek sürücünün ömrünün kısalmasına neden olur. İlk göz ağrısı onpunto'nun beklenmedik vefatı üzerine yazılarını blogspot'a aktarmaya çalışırken, 8 saat boyunca aynı biçimde oturduğu gün sonunda "abla"nın, tutulma yüzünden, izleyen günlerde, ayağına çorabını giydirirken, sözkonusu ayak bitişik evdeki komşusunun ayağı imişcesine zorlanmışlığı da vardır.

"Kandırılıyor muyum, aman ha üçkağıda gelmeyeyim..."
türünden şüpheden, 2004'te bir gelişim semineri ardından, arkadaşlarının yargısı kaygısının engelleyemediği, Meryemana Evi'nin çıkışındaki bodur ağacın dibine, duvar üstünde oturup gürül gürül ağladığında, elini başına koyup kendisini avutan sevgili arkadaşı aracılığıyla sıyrıldıktan sonra, tüm bu beden arızalarını, üçgenin dar köşesine sıkışmışlığı, tamamlanmakta olan çemberler bilgisini altalta koyduğu sıra önüne çıkan, Yeni Çağ'ın yeni enerjilerinden birini kendisine aktarma yeteneğine sahip -üç başlı fiş- Reiki öğretmeni fikri "abla" tarafından sevinçle karşılanır.

Karanfil kokulu soluğuyla sessizce çevresinde dolanıp, yeni enerjiyi "abla"ya aktaran, onu hediyesiyle sarmalayan öğretmen,
"bu enerji..." der, "omurga çevresinde spiral gibi dönerek çalışır; yolu üzerinde yırtıkları diker, pıhtıları temizler, bedeni yeniler...". Bir hafta sonra bir ileti atarak gelişmeleri, değişiklikleri bildirmesini rica eder, bol su içmesini, alkol almamasını, eti azaltmasını önerir; ikinci doz -bu da, kızının doğum günü hediyesi olacaktır- için 15 gün sonrasına sözleşir, sarılarak vedalaşırlar.

Yeni enerji elbisesiyle, hoplaya zıplaya iki durak ötedeki arkadaşına giderken "abla" o sevinçle, Selamiçeşme Kalamış arasında bir yerlerde kaybolur. Damadı kısa dönem askerliğini bitirip dönmek üzere olduğundan, -böylece kendi askerliği de bittiğinden-, Ege'deki evine dönmeden, "abla"ya güle güle toplantısı yapan arkadaşlarına beraber gidecekleri için, bir ankesörlü telefon bulup Fenerbahçe PTT'si önünde olduğunu bildirir, bekler, buluşurlar.

Merkür'ün yılda üç kez yarattığı aksiliklerin sonuncularından olmak üzere,
bu kez, iki kadın kaybolur; Samandıra'ya dek uzanır, "aaa, hiç İstanbul gibi değil, ne güzel yeşillik, kır..." dedikleri manzarayı geride bırakır, doğru çevre yolu çıkışını yakalar, Kayışdağı Tüneli üstünden, sonra bir kez de doğru biçimde tünelin içinden, arızalanmış bir arabayı son anda farkedip kırarak geçerler; sonunda bir saat gecikmeyle de olsa arkadaşlarının Paşabahçe sırtlarındaki evlerine ulaşırlar.

Kuyrukları yoktan vara değişik uzunlukta üç güzel kediden ikisinin ortada salındığı, tümü de kedisever olan grubun kedi merkezli sohbetleri, krem rengi yün halıya dökülen kırmızı şarapla bölünürse de, aynı durumu deneyimlemiş arkadaşlarının önerisi üzerine sıvısı hafifçe toplanan dehşetli şarap lekesi, üzerine serpilen limon kolonyası sayesinde, hayretle açılan gözleri önünde -hiç olmamışcasına- yavaaaşça kaybolur. Bu reddedilemez gözlem, grubun, "bundan sonra birisine şarap götürdüğümüzde yanına bir şişe de limon kolonyası da eklemeyiz" kararı almasına yol açar.

Ertesi sabah, annesinde, hediyesinin
ilk taksidinin etkisini gözleyen kızına "abla"nın verdiği ilk rapor, sırtı ağrımadan uyanıp, zorlanmadan yataktan kalktığı, bir balerin gibi dimdik omurgayla mutfağa dek yürüdüğü; dahası, görüş netliği-derinliği meselesinin ortadan kalkıp en yakından en uzağa pırıl pırıl gördüğü yönündedir.

21 Mart 2010 Pazar

Yazmaya başlamasının bir yıldönümünde daha "abla", nereden nereye geldiğine bakar.

21.3.2007 tarihinde yazıp, saat 23:00'te onpunto'da yayına soktuğu ilk yazısından bu yana "yapıp etmek"ten, "olma"ya yol alan "abla", "olma" yolu başındaki "batsın bu Dünya!" duygusundan, "herşey ne güzel, ne muhteşem bu Dünya!" ruh haline, nasıl olup da vardığının izini sürer.

Kendini bildi bileli okuyan, çevresini, ilişkileri gözleyen, deneyen, öğrenen 30'lu yaşlarındaki "abla", tam "evet, hepsi bu, bundan ibaret!" noktasına varmışken, yavaşça sesini yükseltmeye başlayan -sağ duyusu, iç sesi, yüksek benliği, Ben'im Varlığı- Basiret Hanım fısıldar: "Herşey bundan ibaret değil!"

Ramazanlarda oruç tutup Teravih namazı kılan annesini gözleyip, babasının Ruh ve Madde Dergilerini yutan, çocukken bildiği sonradan unuttuğu başka bir gerçeğin/bilginin varlığından öteden beri şüphelenen "abla", eski iki koca, büyümekte olan küçük bir kız, -kendi ayaklarım üzerinde durayım derken tepesine binen- ay sonunu nasıl getiririm? kaygısı, -cinsel- dürtüleri ile -sevmeden sevişmemek türünden- ahlâki değerleri arasındaki sıkışmışlığı... arasında debelenirken, 80'lerin sonlarında bir gün, neresi olduğunu hatırlamadığı bir pencereden dışarı bakarken, kendisini, Dünya'nın sonuyla ilgili bir soruyu yanıtlarken bulur.

İçi acı, öfke ve nefretle, aklı Dünyanın sona erişiyle ilgili kıyamet senaryolarıyla doluyken o, gözleri yaşararak -kendisini bugün bile şaşırtan- bambaşka bir yanıt verir: "Dünya" diye düşünür, "yokedilemeyecek kadar güzel!" Gidişattaki olumsuzluğun, ancak Dünya'nın sona er(diril)ip yaşamın yeniden başla(tıl)masıyla düzelebileceğinden emin olduğu zaman aralığında, neredeyse kendi -kontrolü- dışında, içinden verdiği bu yanıtın ne anlama geldiğini anlaması uzun yıllar alacaktır.

Ego'su Sebastian'ın, her çeşit olasılığı gözü önüne sererek, hesaba kat(tır)arak -böylece kendini, kanını donduracak kadar korkuyla, elini ayağını bağlayacak kadar kaygıyla doldurup- sözümona "tedbir"le donatarak yaşa(yama)maya zorladığı yıllar boyunca giderek artan korku, bağlı olarak öfke yüzünden kendi içine kapandıkça kapanırken, bir yandan, yaklaşmakta olan, kaçıracağını sandığı bir şey yüzünden giderek yükselen, gırtlağına sarılan telâş duygusunun iteklediği "abla", bir çözüm bulabilirim belki diyerek, 2004 yılı kış sonu-bahar başı, iş saatleri dışında Kadıköy'de bir dershanede, bir kaç ay boyunca, bir seminere katılır.

Güleryüzlü, sonsuz hoşgörülü genç bir adamın tahtaya çizerek anlattıkları, içinde yıllardır anlamlandırılmayı bekleyen işaretleri sözcüklere dönüştürürse de, Basiret Hanım'ın fısıltısı, sahte peygamberlerden, tarikatlardan, kandırılan insanlardan dem vuran Sebastian'ın "aman haaaa!"larını bastıracak güçte değildir henüz...

Her biri bir yarasını sağaltmaya gelen -çoğunluğu kadın- grupta "abla", yeni duyduklarını sindirmeye çalışırken ufak tefek uygulamalar da yapar: Sinemaya koşarken saatine bakmaksızın "tam zamanında yerimde oturuyor olacağım" diyerek zamanı esnetir, bankaya giderken "hiç sıra beklemeyeceğim" der, tuhaftır, gerçekten beklemez, hayatı, olayları olduğu gibi kabullenmeye başlar, dirençten kaynaklanan zahmetten kurtulur, güvende olduğunu düşündükçe korkularından sıyrılır, kötü-iyi gibi zıtlıkları barındıran kavramların anlamaya, öğrenmeye yardımcı olduğunu keşfeder, "kötü yoksa..." der, suçluluk duygusunu -elbette tümden değil- geride bırakır. Bir zamanlar çok tekrarlandığı için dayatma etkisi yaratıp sinirine dokunan "olumlu düşünme", ibreyi yeşilde tutma hedefini, öfkenin korkunun iyice daralttığı çok değerli "karar anları"nda ıskalamamaya çalışır. Birşeye öfkelendiğinde, -eskiden yaptığı gibi- onu öfkelendirene değil, kendine yönelir ve sorar "beni asıl kızdıran ne?", herkese olduğu kadar kendine de hoşgörülü yaklaşmaya, affedici olmaya çalışır, becerebilir mi, pek değil...

Bayıla bayıla, önüne gelene anlattığı kara maymunlar hikâyesinin, (adamın biri ille de altın yapmak ister, arar sorar Hintli bir bilgeye ulaşır, adam şunu, şunu bir de bunu uzun uzun kaynatacaksın der, beriki çok kolaymış, neden herkes yapamıyor? diye sorunca bilge, bir püf noktası var, diye yanıtlar, karıştırırken kara maymunları hiç aklına getirmeyeceksin!) "olumsuz(luğ)a hiç yatırım yapmama" prensibine dayalı, her fırsatta uygulanması gereken zarif anafikri, "abla"ya kalırsa bir başka bilinç düzeyinin habercisidir.

"Ego(Sebastian)larımızın bizi, kara maymunları düşünmeye yönlendirdiği anlarda, zümrüt yeşili ormanda ağaçlar arasında, mercan renkli dallarda oradan buraya atlayıp sıçrayan pembe, eflatun, yavruağzı, sarı, camgöbeği, su yeşili maymunlar hayâl edin, -işin olmaması olasılığı çevresinde dolanmayıp, bitmiş halini imgeleyin- tadını çıkarın" diyerek akıl verir, kendisi henüz bu işte çok başarılı olmasa da...

İşler planladığı gibi gitmediğinde paniğe kapılmaz, planlamaktan becerebildiğince uzak durur. Yapıp ettiklerini yazıyor görünse de "abla" gözden kaçırmaz; "olma" ölçüsü sayabileceği, -mesela- kendisini değersiz, yetersiz, kayıp hissettiren duyguların yıkıcılığı, artık eskisi kadar acıtmaz; kapanmış eski bir yara yerine baktığında olduğu gibi hafif bir sızı hatırası gelir geçer, hepsi o!

Böylece, bir zamanlar önyargıları, korkuları yüzünden duymaya dayanamadığı konularla ilgili olarak kendisine bir şans tanımanın onu taşıdığı noktada, çok daha sakin, neredeyse korkusuz, yargısız, daha huzurlu yaşamakta olmanın tadını çıkarır; "ben yapabiliyorsam" diye düşünür, "-bilinç düzeyi, bu yazıyı tepki duymaksızın okumasına izin veren- herkes yapabilir..."

10 Mart 2010 Çarşamba

"Abla", yıllara yayılan sabırlı bir operasyonla, Naciye Hanım'ı "acı bedeni"nden ayırır.

Kuzeniyle çalıştığı, özgün elyapımı kart ve kutular tasarlayıp, seri üretim de yaptıkları KutuMutu yıllarında, desteğini aldıkları -kuzeninin oğlunu büyüten yardımcısı- Naciye Hanım'la tanışan "abla"nın, bu özel insanın trajedisini öğrenmesi fazla sürmez.

Komşularından bir kadının, o aralar işlettikleri bakkal dükkanına gelip, bir gece önce gördüğü rüyayı "...derenin üzerine bir duman çökmüş, yer gök kapkara! Bir de bir feryat!.." diyerek, dizini döve döve anlatmasından bir hafta sonra, babasının düzenli "hayır!"larından biriyle daha karşılaşan, belli ki artık bunu karşılayamayan 19 yaşındaki delikanlının cesedini, kardeşi bulur.

O günden sonra sürekli ilâç desteğine ihtiyaç duyan, evin geçimini de sağladığı için ayakta olması gereken Naciye Hanım, ne zaman yitirdiği oğlunun sözü geçse boncuk boncuk gözyaşı döker; öyle ki gözpınarları kuruduğundan ilâçları arasına bir de yapay gözyaşı damlası eklenmiştir.

KutuMutu macerası sona erdiğinde, "abla", Kuzey Ege'ye taşınırken kızını, damadını ve evini emanet ettiği, kadından çok, kadın biçiminde evlât acısı'na dönüşmüş Naciye Hanım'la, İstanbul'a her gelişinde denk getirir birlikte kahvaltı eder, söyleşirler. Oğullarını, torunlarını "abla"nın -bilmediği/görmediği tarzda- "kayıtsız şartsız sevgi" diye tanımlayabileceği biçimde seven, cep telefonu çaldığında melodiden tanıyıp, uzaktan telefonu değil de oğlunu yanıtlarcasına sevgi sözleriyle koşturan kadının, yüreğini hafifletmeye, etine kaynamış acıdan kurtulmasına yardım etmeye çalışan "abla"nın elinden tek gelen, ev yapımı terapi...

"Mezarlıktayım rüyamda, çukura oğlumun yanına uzanıyorum, ama böyle hiç bozulmamış, hiç çürümemiş, sanki uyuyor, hep üşüyecek diye düşünüyorum..." diye başlayan, "...eve gel oğlum!" diye yalvararak biten -birbirine benzeyen pek çok- rüyasından birini daha, gelirken kahvaltı için aldığı simitin susamları üzerine seller gibi gözyaşı dökerek anlatır.

Yakın geçmişte bir gün, komşulardan birinin askere gitmeye hazırlanan oğlu, arkadaşlarıyla (Kara)denize yüzmeye gider, dönmez. Başsağlığına gelen, kimbilir neler için ağlamakta, ağıt yakmakta kadınlar arasında çok sakin anne, ölen için, "sanki" der, "benim hiç oğlum olmamış, öyle rüya gibi..." "Abla"ya aktarmasına bakılırsa bu, bunu aktarırken bile kendi oğluna ağlayan
Naciye Hanım için çok tuhaf, neredeyse başka boyuttan bir izlenim.

"Abla"nın, dili döndüğünce, ölümün yokolmak değil, başka bir boyutta, enerjiye dönüşmek olduğunu... anlattığı dönemde birgün, acısı hiç eksilmemiş oğul annesinin rüyasına girer ve kapının eşiğinde durarak "anne..." diye seslenir, "ben döndüm". Üzerinden az bir zaman geçer, Naciye Hanım küçük gelininin hamile olduğunu öğrenir. "Abla"nın, sohbet konusu rotasını reenkarnasyona çevirme zamanı gelmiştir.

Daha sonra ablasının anlattığına göre, Naciye Hanım'ın torunlarının en küçüğü, şimdilerde 5 yaşındaki oğlana gebe kaldığında, yeni evli gelin "çok erken!" diyerek bebeği aldırmak ister, hatta bir de randevu alır, kliniğe gitmeye niyetlenir. Ablasının "bak ağbime söylerim!" yollu tehditlerine kulak asmaksızın, hışımla, vizite kâğıdını arar, fotoğraf, evrak vs. ile dolu kutuyu eşelerken eline yapışan kağıdın ne olduğunu anlamak için çevirir: Diğer yüzde, açık seçik, ölen oğulun adını okuyan kızkardeş, ablasının da tanık olduğu tuhaf durum karşısında çarpılır, bunu bir işaret olarak değerlendirir bebeği aldırmaktan vazgeçer.

"Geçende..." diye anlatır Naciye Hanım, "internetten konuştuk, bunu bir güzel giydirmişler, babaanne diyor..." iki gözü iki çeşme devam eder, "alnı, kaşları, gözleri, aynı! ...dedesiyle bir ağladık, bir ağladık!.." "Abla" bastırır, "sen, yıllar boyu eve gel oğlum, diye yalvarmışsın, bir mucize yaratmışsın, o da geri gelmiş işte, halâ niye ağlıyorsun?". "Abla", acı olaya sebep olan, emeğini yıllarca sömüren kocasına öfkesini taze tutma ihtiyacından şüphelenirse de, Naciye Hanım az düşünür yanıtlar "unutmak istemiyorum..."

Reiki iki, meditasyon beceriklisi kızından duyduğu, bir Yeni Çağ kavramı gibi görünüp acılara yapışma, acıyla kaynaşma -insan- durumunu pek güzel açıklayan "acı beden" deyiminin Naciye Hanım üzerine nasıl oturduğunu görmekte gecikmeyen "abla" önerir: "Kalan eşyalarını getir, ben yıkayıp ütüler, birilerine veririm."

Ölenin yaptığı çok güzel resimleri saklamak isteyen Naciye Hanım'a, ileride, resim defterini, -Uzak Doğu kültürlerinde olduğu gibi- torununa göstermesini, çocuğun tepkisini gözlemesini salık veren "abla", kadının getirdiği -belli ki kendisi dışında dönem dönem tasfiye edilerek hafifletilmiş- naylon torbayı boşaltır: -Yurtdışına bir şampiyonaya katılmak üzere babasından izin isteyip aldığı son red cevabının öznesi- beyaz, altlı üstlü judo giysisi, -çocukluğundan kalma, çok beğendiğinden oğluna giydirmek üzere sakladığı- annesinin ördüğü, kuşaklı mavi hırka, babasıyla tartışması sonrası gerçekleştirdiği, derslerle yüklü eylemi yüzünden dikiş makinesinde yarım, kalakalan, paçalarına mavi desenli pazen parçalar diktiği yeni kot pantolon...

Bir sonraki buluşmalarında, ev işlerine geçmeden, giysilerin akıbetini yoklayan Naciye Hanım'a "abla", kenetlediği iki yumruğunu, gözü önünde, yavaşça birbirinden ayırarak, "geldiğine/döndüğüne göre..." der, "kaybının acısıyla, ona duyduğun sevgiyi birbirinden ayıracak, yalnızca beraber yaşadığınız günlerin güzel anılarını hatırlayacaksın; döndü, ailede doğdu, büyüyor, bundan muhteşem bir şey olabilir mi?"