21 Mart 2010 Pazar

Yazmaya başlamasının bir yıldönümünde daha "abla", nereden nereye geldiğine bakar.

21.3.2007 tarihinde yazıp, saat 23:00'te onpunto'da yayına soktuğu ilk yazısından bu yana "yapıp etmek"ten, "olma"ya yol alan "abla", "olma" yolu başındaki "batsın bu Dünya!" duygusundan, "herşey ne güzel, ne muhteşem bu Dünya!" ruh haline, nasıl olup da vardığının izini sürer.

Kendini bildi bileli okuyan, çevresini, ilişkileri gözleyen, deneyen, öğrenen 30'lu yaşlarındaki "abla", tam "evet, hepsi bu, bundan ibaret!" noktasına varmışken, yavaşça sesini yükseltmeye başlayan -sağ duyusu, iç sesi, yüksek benliği, Ben'im Varlığı- Basiret Hanım fısıldar: "Herşey bundan ibaret değil!"

Ramazanlarda oruç tutup Teravih namazı kılan annesini gözleyip, babasının Ruh ve Madde Dergilerini yutan, çocukken bildiği sonradan unuttuğu başka bir gerçeğin/bilginin varlığından öteden beri şüphelenen "abla", eski iki koca, büyümekte olan küçük bir kız, -kendi ayaklarım üzerinde durayım derken tepesine binen- ay sonunu nasıl getiririm? kaygısı, -cinsel- dürtüleri ile -sevmeden sevişmemek türünden- ahlâki değerleri arasındaki sıkışmışlığı... arasında debelenirken, 80'lerin sonlarında bir gün, neresi olduğunu hatırlamadığı bir pencereden dışarı bakarken, kendisini, Dünya'nın sonuyla ilgili bir soruyu yanıtlarken bulur.

İçi acı, öfke ve nefretle, aklı Dünyanın sona erişiyle ilgili kıyamet senaryolarıyla doluyken o, gözleri yaşararak -kendisini bugün bile şaşırtan- bambaşka bir yanıt verir: "Dünya" diye düşünür, "yokedilemeyecek kadar güzel!" Gidişattaki olumsuzluğun, ancak Dünya'nın sona er(diril)ip yaşamın yeniden başla(tıl)masıyla düzelebileceğinden emin olduğu zaman aralığında, neredeyse kendi -kontrolü- dışında, içinden verdiği bu yanıtın ne anlama geldiğini anlaması uzun yıllar alacaktır.

Ego'su Sebastian'ın, her çeşit olasılığı gözü önüne sererek, hesaba kat(tır)arak -böylece kendini, kanını donduracak kadar korkuyla, elini ayağını bağlayacak kadar kaygıyla doldurup- sözümona "tedbir"le donatarak yaşa(yama)maya zorladığı yıllar boyunca giderek artan korku, bağlı olarak öfke yüzünden kendi içine kapandıkça kapanırken, bir yandan, yaklaşmakta olan, kaçıracağını sandığı bir şey yüzünden giderek yükselen, gırtlağına sarılan telâş duygusunun iteklediği "abla", bir çözüm bulabilirim belki diyerek, 2004 yılı kış sonu-bahar başı, iş saatleri dışında Kadıköy'de bir dershanede, bir kaç ay boyunca, bir seminere katılır.

Güleryüzlü, sonsuz hoşgörülü genç bir adamın tahtaya çizerek anlattıkları, içinde yıllardır anlamlandırılmayı bekleyen işaretleri sözcüklere dönüştürürse de, Basiret Hanım'ın fısıltısı, sahte peygamberlerden, tarikatlardan, kandırılan insanlardan dem vuran Sebastian'ın "aman haaaa!"larını bastıracak güçte değildir henüz...

Her biri bir yarasını sağaltmaya gelen -çoğunluğu kadın- grupta "abla", yeni duyduklarını sindirmeye çalışırken ufak tefek uygulamalar da yapar: Sinemaya koşarken saatine bakmaksızın "tam zamanında yerimde oturuyor olacağım" diyerek zamanı esnetir, bankaya giderken "hiç sıra beklemeyeceğim" der, tuhaftır, gerçekten beklemez, hayatı, olayları olduğu gibi kabullenmeye başlar, dirençten kaynaklanan zahmetten kurtulur, güvende olduğunu düşündükçe korkularından sıyrılır, kötü-iyi gibi zıtlıkları barındıran kavramların anlamaya, öğrenmeye yardımcı olduğunu keşfeder, "kötü yoksa..." der, suçluluk duygusunu -elbette tümden değil- geride bırakır. Bir zamanlar çok tekrarlandığı için dayatma etkisi yaratıp sinirine dokunan "olumlu düşünme", ibreyi yeşilde tutma hedefini, öfkenin korkunun iyice daralttığı çok değerli "karar anları"nda ıskalamamaya çalışır. Birşeye öfkelendiğinde, -eskiden yaptığı gibi- onu öfkelendirene değil, kendine yönelir ve sorar "beni asıl kızdıran ne?", herkese olduğu kadar kendine de hoşgörülü yaklaşmaya, affedici olmaya çalışır, becerebilir mi, pek değil...

Bayıla bayıla, önüne gelene anlattığı kara maymunlar hikâyesinin, (adamın biri ille de altın yapmak ister, arar sorar Hintli bir bilgeye ulaşır, adam şunu, şunu bir de bunu uzun uzun kaynatacaksın der, beriki çok kolaymış, neden herkes yapamıyor? diye sorunca bilge, bir püf noktası var, diye yanıtlar, karıştırırken kara maymunları hiç aklına getirmeyeceksin!) "olumsuz(luğ)a hiç yatırım yapmama" prensibine dayalı, her fırsatta uygulanması gereken zarif anafikri, "abla"ya kalırsa bir başka bilinç düzeyinin habercisidir.

"Ego(Sebastian)larımızın bizi, kara maymunları düşünmeye yönlendirdiği anlarda, zümrüt yeşili ormanda ağaçlar arasında, mercan renkli dallarda oradan buraya atlayıp sıçrayan pembe, eflatun, yavruağzı, sarı, camgöbeği, su yeşili maymunlar hayâl edin, -işin olmaması olasılığı çevresinde dolanmayıp, bitmiş halini imgeleyin- tadını çıkarın" diyerek akıl verir, kendisi henüz bu işte çok başarılı olmasa da...

İşler planladığı gibi gitmediğinde paniğe kapılmaz, planlamaktan becerebildiğince uzak durur. Yapıp ettiklerini yazıyor görünse de "abla" gözden kaçırmaz; "olma" ölçüsü sayabileceği, -mesela- kendisini değersiz, yetersiz, kayıp hissettiren duyguların yıkıcılığı, artık eskisi kadar acıtmaz; kapanmış eski bir yara yerine baktığında olduğu gibi hafif bir sızı hatırası gelir geçer, hepsi o!

Böylece, bir zamanlar önyargıları, korkuları yüzünden duymaya dayanamadığı konularla ilgili olarak kendisine bir şans tanımanın onu taşıdığı noktada, çok daha sakin, neredeyse korkusuz, yargısız, daha huzurlu yaşamakta olmanın tadını çıkarır; "ben yapabiliyorsam" diye düşünür, "-bilinç düzeyi, bu yazıyı tepki duymaksızın okumasına izin veren- herkes yapabilir..."

10 Mart 2010 Çarşamba

"Abla", yıllara yayılan sabırlı bir operasyonla, Naciye Hanım'ı "acı bedeni"nden ayırır.

Kuzeniyle çalıştığı, özgün elyapımı kart ve kutular tasarlayıp, seri üretim de yaptıkları KutuMutu yıllarında, desteğini aldıkları -kuzeninin oğlunu büyüten yardımcısı- Naciye Hanım'la tanışan "abla"nın, bu özel insanın trajedisini öğrenmesi fazla sürmez.

Komşularından bir kadının, o aralar işlettikleri bakkal dükkanına gelip, bir gece önce gördüğü rüyayı "...derenin üzerine bir duman çökmüş, yer gök kapkara! Bir de bir feryat!.." diyerek, dizini döve döve anlatmasından bir hafta sonra, babasının düzenli "hayır!"larından biriyle daha karşılaşan, belli ki artık bunu karşılayamayan 19 yaşındaki delikanlının cesedini, kardeşi bulur.

O günden sonra sürekli ilâç desteğine ihtiyaç duyan, evin geçimini de sağladığı için ayakta olması gereken Naciye Hanım, ne zaman yitirdiği oğlunun sözü geçse boncuk boncuk gözyaşı döker; öyle ki gözpınarları kuruduğundan ilâçları arasına bir de yapay gözyaşı damlası eklenmiştir.

KutuMutu macerası sona erdiğinde, "abla", Kuzey Ege'ye taşınırken kızını, damadını ve evini emanet ettiği, kadından çok, kadın biçiminde evlât acısı'na dönüşmüş Naciye Hanım'la, İstanbul'a her gelişinde denk getirir birlikte kahvaltı eder, söyleşirler. Oğullarını, torunlarını "abla"nın -bilmediği/görmediği tarzda- "kayıtsız şartsız sevgi" diye tanımlayabileceği biçimde seven, cep telefonu çaldığında melodiden tanıyıp, uzaktan telefonu değil de oğlunu yanıtlarcasına sevgi sözleriyle koşturan kadının, yüreğini hafifletmeye, etine kaynamış acıdan kurtulmasına yardım etmeye çalışan "abla"nın elinden tek gelen, ev yapımı terapi...

"Mezarlıktayım rüyamda, çukura oğlumun yanına uzanıyorum, ama böyle hiç bozulmamış, hiç çürümemiş, sanki uyuyor, hep üşüyecek diye düşünüyorum..." diye başlayan, "...eve gel oğlum!" diye yalvararak biten -birbirine benzeyen pek çok- rüyasından birini daha, gelirken kahvaltı için aldığı simitin susamları üzerine seller gibi gözyaşı dökerek anlatır.

Yakın geçmişte bir gün, komşulardan birinin askere gitmeye hazırlanan oğlu, arkadaşlarıyla (Kara)denize yüzmeye gider, dönmez. Başsağlığına gelen, kimbilir neler için ağlamakta, ağıt yakmakta kadınlar arasında çok sakin anne, ölen için, "sanki" der, "benim hiç oğlum olmamış, öyle rüya gibi..." "Abla"ya aktarmasına bakılırsa bu, bunu aktarırken bile kendi oğluna ağlayan
Naciye Hanım için çok tuhaf, neredeyse başka boyuttan bir izlenim.

"Abla"nın, dili döndüğünce, ölümün yokolmak değil, başka bir boyutta, enerjiye dönüşmek olduğunu... anlattığı dönemde birgün, acısı hiç eksilmemiş oğul annesinin rüyasına girer ve kapının eşiğinde durarak "anne..." diye seslenir, "ben döndüm". Üzerinden az bir zaman geçer, Naciye Hanım küçük gelininin hamile olduğunu öğrenir. "Abla"nın, sohbet konusu rotasını reenkarnasyona çevirme zamanı gelmiştir.

Daha sonra ablasının anlattığına göre, Naciye Hanım'ın torunlarının en küçüğü, şimdilerde 5 yaşındaki oğlana gebe kaldığında, yeni evli gelin "çok erken!" diyerek bebeği aldırmak ister, hatta bir de randevu alır, kliniğe gitmeye niyetlenir. Ablasının "bak ağbime söylerim!" yollu tehditlerine kulak asmaksızın, hışımla, vizite kâğıdını arar, fotoğraf, evrak vs. ile dolu kutuyu eşelerken eline yapışan kağıdın ne olduğunu anlamak için çevirir: Diğer yüzde, açık seçik, ölen oğulun adını okuyan kızkardeş, ablasının da tanık olduğu tuhaf durum karşısında çarpılır, bunu bir işaret olarak değerlendirir bebeği aldırmaktan vazgeçer.

"Geçende..." diye anlatır Naciye Hanım, "internetten konuştuk, bunu bir güzel giydirmişler, babaanne diyor..." iki gözü iki çeşme devam eder, "alnı, kaşları, gözleri, aynı! ...dedesiyle bir ağladık, bir ağladık!.." "Abla" bastırır, "sen, yıllar boyu eve gel oğlum, diye yalvarmışsın, bir mucize yaratmışsın, o da geri gelmiş işte, halâ niye ağlıyorsun?". "Abla", acı olaya sebep olan, emeğini yıllarca sömüren kocasına öfkesini taze tutma ihtiyacından şüphelenirse de, Naciye Hanım az düşünür yanıtlar "unutmak istemiyorum..."

Reiki iki, meditasyon beceriklisi kızından duyduğu, bir Yeni Çağ kavramı gibi görünüp acılara yapışma, acıyla kaynaşma -insan- durumunu pek güzel açıklayan "acı beden" deyiminin Naciye Hanım üzerine nasıl oturduğunu görmekte gecikmeyen "abla" önerir: "Kalan eşyalarını getir, ben yıkayıp ütüler, birilerine veririm."

Ölenin yaptığı çok güzel resimleri saklamak isteyen Naciye Hanım'a, ileride, resim defterini, -Uzak Doğu kültürlerinde olduğu gibi- torununa göstermesini, çocuğun tepkisini gözlemesini salık veren "abla", kadının getirdiği -belli ki kendisi dışında dönem dönem tasfiye edilerek hafifletilmiş- naylon torbayı boşaltır: -Yurtdışına bir şampiyonaya katılmak üzere babasından izin isteyip aldığı son red cevabının öznesi- beyaz, altlı üstlü judo giysisi, -çocukluğundan kalma, çok beğendiğinden oğluna giydirmek üzere sakladığı- annesinin ördüğü, kuşaklı mavi hırka, babasıyla tartışması sonrası gerçekleştirdiği, derslerle yüklü eylemi yüzünden dikiş makinesinde yarım, kalakalan, paçalarına mavi desenli pazen parçalar diktiği yeni kot pantolon...

Bir sonraki buluşmalarında, ev işlerine geçmeden, giysilerin akıbetini yoklayan Naciye Hanım'a "abla", kenetlediği iki yumruğunu, gözü önünde, yavaşça birbirinden ayırarak, "geldiğine/döndüğüne göre..." der, "kaybının acısıyla, ona duyduğun sevgiyi birbirinden ayıracak, yalnızca beraber yaşadığınız günlerin güzel anılarını hatırlayacaksın; döndü, ailede doğdu, büyüyor, bundan muhteşem bir şey olabilir mi?"