28 Ekim 2014 Salı

“Abla”nın, bilgeliğin izini sürerken sinemadan izler yakaladığı üç kitap: Şairin Romanı, Sevdalım Hayat, Tasavvufi, Batini, Ezoterik Öğretilere Göre Kur'an-ı Kerim'in Gizli Öğretisi.


Metis Yayınları, 2011, Murathan Mungan, Şairin Romanı, s.509’dan: “…Nasıl kadim taşlar yüzyıllardan beri yerkürede olup bitenlerin kaydını tutuyorsa, tılsımlı Toteh kristalleri de insanların kişisel kayıtlarını tutar, onların duygularını, düşüncelerini, anılarını, hayallerini saklardı. Her kristal sahibiyle algısal ilişkiye geçtiği için, kendisine bir başkasının dokunması halinde bu algı bulanır, kirlenir, hatta kimi zaman hasara uğradığı olurdu. Onu arada bir zamanın tozundan, kötü hatıraların biriktirdiklerinden temizlemek gerekir; bunun için belli aralarla yanardağ külleriyle ovulup, açık denizlerin tuzlu suyuyla yıkanıp, ay ışığından geçirilerek arındırılırdı…”

Kristallerin, akaşik kayıtları –Levh-i Mahfuz- sakladığını fikrine pek aşina “abla”ya, kitaptaki kar kızağı Roasanayma, Orson Welles’in 1941 yapımı filmi Yurttaş Kane’den bir başka kızağı Rosebud’ı; muhteşem rüya terbiyecileri bölümündeki detaylar ise Steven Spielberg’in, -Philip K. Dick’in kısa öyküsünden uyarlanmış- çok beğendiği, 2002 yapımı Azınlık Raporu’nu hatırlatır.

Remzi Kitabevi, 2007, Ömer Zülfü Livaneli, Sevdalım Hayat, s.253’ten: “…Türkân Şoray’ın önerisi bir karar almama neden oldu. Evet, film yapacaktım. O güne kadar filmlerine müzik yaptığım yönetmenlerle hep çatışmıştık. Gerek Helma Sanders gibi yabancı yönetmenlerin, gerekse çalıştığım Türk yönetmenlerden bazılarının aşırı duygusallığa bir eğilimi vardı. Bazı sahneler bana çok melodramatik ve ağdalı geliyordu. Bu sahneleri müzikle daha da duygusal hale getirmek istiyorlardı. Oysa ben böyle ‘melo’ sahneleri ters bir müzikle kırma ve yabancılaştırma eğilimindeydim. Bu noktada yönetmenlerle çatışma çıkıyordu. Kendi filmimi yapmak ve istediğim yoruma ulaşmak çok çekici bir şeydi.

Müzikte edebiyatta ve filmde deyim yerindeyse ‘mesafeli’ bir anlatımı yeğliyordum. Bilinçli bir karar değildi bu. Yapım böyleydi; daha doğrusu içimden bu geliyordu. Günlük yaşamda bile, abartılı hareket eden birini gördüm mü onun yerine beni bir utanç kaplıyordu. Şarkılarım duyarlıydı ama hiç birinde hıçkırıklı bir acı ya da göbek atan bir sevinç yoktu. Bir buzdağının ucu gibi, o duyguya ait alçakgönüllü ipuçları vermeyi yeğliyordum. Ötesi kişinin çağrışımlarına kalmıştı…”

Derin saygıyla okurken, aynı zamanda yaşamış olmaktan onur duyduğu, sinemada müzik kullanımına ise yerden göğe katıldığı bu muhteşem insanın son satırları, “abla”ya göre gerçek bir bilge oluşunun kanıtıdır: “…Sonunda “ben” dediğim varlığın, kozmik sonsuzlukta bir an yanıp sönen bir ateşböceği bile olmadığını öğrendim.”

2005, ABD yapımı Constantine’de Keanu Reeves bir sahnede, kendisine kapıyı açana “kiizmet!” diyerek bir açıklama yapar; cümlenin gelişinden anlaşılır ki kısmet sözcüğü, içeriği bu kültürde hiç anlaşılamamıştır. Sınır Ötesi Yayınları, Ergun Candan, Tasavvufi, Batini, Ezoterik Öğretilere Göre Kur'an-ı Kerim'in Gizli Öğretisi s. 490’dan: "Kısmet sözcüğünü biraz açmak istiyorum… Batı dilinde kısmet sözcüğüne rastlanmaz. Tevrat ve İncil'de de böyle bir kavram bulunmaz. Sadece şans vardır. Şans başka bir şey, bir işin kısmet olması başka bir şeydir. Kısmette çok şuurlu bir hareket söz konusudur... Sizin gidişinizin liyakatine göre bir karşılığı size veriyorlar manası vardır. O sizin dışınızda gerçekleşen bir olaydır ama içinde sizin çabalarınızın ve niyetinizin karşılığı bulunmaktadır. Yani kısmet sizin ayağınıza kadar getiriliyor ama sizin çabalarınızın sonucunda uzatılan bir yardım eli gibi…

Kısmet meselesi tamamen kozmik bir himaye ve rehberlik mekanizmasının bir fonksiyonundan ibarettir. Birçok üstün zekânın, yüksek seviyeli, gelişmiş varlığın, yaşam planımızın içindeki hedeflerimize ulaşabilmemiz için gösterdiğimiz çabalara paralel bir yardım mekanizması tarzında çalışır. 

Kısmetli olmak demek himaye altında bulunmak demektir. Ama bu himayeyi hak etmek şarttır. Oturduğumuz yerde bir himaye altına girebilmemiz mümkün olamamaktadır…"

 

Doğan Kitap yayını, Jean-Christophe Grange, Kaiken: s.126; “…Etrafındaki rıhtım boştu. Su simsiyahtı. Arada bir, asla yakalayamayacakları umutsuz bir şeyin, sonsuz gençlik hayalinin peşinde koşan joggingciler geçiyordu…”

s.153; “…Passan oğluna yeni baştan çalmasını söyleyecekti ki çocuğun ayaklarının yere değmediğini fark etti. Bu tek bir ayrıntı bile çocuğun kırılganlığını –ve mücadelenin eşitsizliğini- göstermeye yeterliydi…”

s.220; “…Aslında etraf, penceresiz bina cepheleriyle, apartman avlularıyla ve bir bahçıvanlık fuarının stantları kadar ürkütücü küçük bahçeleriyle doluydu…”

s.239; “…-1970’li yıllarda Stevie Wonder bir basın toplantısı düzenlemiş. Toplantıya katılan gazetecilerden biri ona, kör olarak doğduğu için üzgün olup olmadığını sormuş. Stevie Wonder kısa bir duraksamadan sonra cevap vermiş: “Çok daha kötüsü de olabilirdi. Siyah olarak da doğabilirdim.”…”

s.335; “…Tepelerinde ise, bir balık ağı gibi Tokyo göğünü karelere bölen kablolar ve elektrik telleri vardı. Uzun süre bu ileri teknoloji cennetinin enerji ve iletim konusunda neden Uzak Batı evresinde kaldığını ve elektrik direkleri kullandığını düşünmüştü. Cevabı çok basitti: Deprem ülkesinde, kabloları yeraltına indirmek ve en ufak bir sarsıntıda kısa devre riskini göze almak söz konusu olamazdı…”

s.364; “…Sorun, bu noktaya neden gelindiği. İbranilerin On Emir’i gibi, Japonların da bu eski kuralları neden benimsediği. Çünkü bu bizim içimizde Olivier-san. Yüzyıllardan beri. Oldum olası. Bizleri genlerle belirlenmiş bedenler dünyaya getirir, ama çok daha derine inersek düşüncelerden yaratılırız…”

 

…sonsuz gençlik hayalinin peşinden koşmak, ayakların yere değmemesindeki eşitsizlik anlatımındaki derinlikli gözlem ile bahçıvanlık standı benzeri bahçeler ve Stevie Wonder’ın yanıtındaki mizah, Jean-Christophe Grange’ı, “abla”nın polisiye yazarlar listesinin başlarına taşır. Hatta Japonya gezisinden bu yana aklını kurcalayan soruya, s.335’te, -“…Hanım rehberin "Kobe'de elektrik telleri, ana arter dışında, ara sokaklarda makarna gibi sallanır" diyerek dikkat çektiği, "abla" grubunun "çatılara üç beş maymun poposu eklesek Hindistan'da gördüğümüzün aynı olacak" dediği manzara, Japonların, mimaride, alt yapı teknolojisinde Dünya'daki yerlerine bakıldığında anlaşılması zor bir durum…”- gayet doyurucu bir yanıt alır.

İçerdiği konuda detaylı bilgi de veren kitapları yanı sıra, izlemiş olduğu Kızıl Nehirler ile gayet ezoterik Taş Meclisi filmine hayran kaldığı Grange’ı “abla” gözünde bilgelik mertebesine yükselten ise s.364’teki paragrafın son sözleri: “…ama çok daha derine inersek düşüncelerden yaratılırız…”

2 Ocak 2014 Perşembe

"Abla", geride kalırken, Yeni Dünya'nın Birinci Yılı 2013'ün, kendince kısa bir değerlendirmesini yapar.

Gezi yazıları dışında hemen hiç yazmamışken, bir de, "tek satır iletişimi" dediği sosyal medyaya kaptırdığı okurları için sızlanan "abla", Ezoteriklerin, Yeni Dünya'nın İkinci Yılı diye adlandırdıkları 2014 başında, Yeni Dünya'nın Birinci Yılı 2013'ün, becerebildiğince kısa bir değerlendirmesini yapmaya niyetlenir:

Kızının doğumu sonrasında, oradan öteye yol olmayabileceği ihtimaliyle hiç plan yapmadığı otuz yıl öncesindeki gibi, Mayaların "Zamanların Sonu" dedikleri 21 Aralık 2012 sonrasına da iş bırakmayan "abla", Aralık başında bir gün, kıyamet/tufan provası yağmur eşliğinde Kuzey Ege'deki evinden ayrılır, az bir eşya ile, adının kökeninin -çapa anlamına Anchor, Ancyra, Anküra- vaadine sığınıp Ankara'ya göçer. 

Mısırlı bilge bir rahibin, öğrencisi Yunanlı filozofa söylediği,"Dünya, sizin Nuh Tufanı diye bildiğinizin, onlarcasına sahne oldu" sözleri uyarınca suların karalarla yer değiştireceği türü söylemleri çok ciddiye almasa da "bir ihtimal, ama bir ihtimal!" diyerek ortanca kız kardeşinin AŞTİ terminali yakınındaki evine, yeni bir Dünya umuduyla giren "abla" ne görsün!? Söz konusu su baskınının, üst kattaki dairenin banyosundan gelen sızıntı biçimindeki alçak gönüllü demosu evi çoktan mağaraya çevirmiş; 10 yıldan bu yana çok az kalınan evin parkeleri kabarıp dağılmış, sağlam olanları tahta kurtlarını beslemiş, kapılar şeklini yitirmiş, tavanın bir kısmı ufalanıp antreye yağmış! Küçük odalardan birinde kuru bir köşede hayatını sürdürebileceğini sandığı ablasının, pek sert "burada kalmayı hakaret addederim!" çıkışı üzerine bir koşu terminale gidip dönüş bileti alan ortanca ile akşam saatleri yola çıkan "abla", neye niyet neye kısmet, gece, İstanbul'da kızının evindeki yatağında uykuya varır. 

Her ne kadar söz konusu "kıyamet"in, namazdaki "kıyam", yani ayağa kalkmak, dahası "bilincin yükselişi" anlamına geldiğini bilse de, "abla"nın aklının bir köşesi 2012 sonunda, kış başlangıcı gün dönümünde, Dünya Ana/Gaia'nın kısmen de olsa, sonuncusunu yaklaşık on bin yıl önce deneyimlediği tufan benzeri bir silkinişe tanık olacağı düşüncesiyle pusludur.

2012 Aralık'ının 20. günü, karın beyaza boyadığı Balık Pazarı'nda kaya kaykıla vardığı Cumhuriyet İşkembe Salonu'nda tuzlamasını içip beyin salatasını beklerken başı üzerinde asılı TV'den "abla"nın naklen öğrendiği, Şirince'de kurtarılmak üzre bekleyen kalabalık beklenenin çok altında ve devlet erkanınca yapılan açıklamalara bakılırsa, dünyalık beklentisi içindeki esnaf da sıkı kontrol altındadır. Kaynağı belirsiz, birileri tarafından kurtarılma fikri "abla"ya tanıdık gelse de, gönlü çoktandır, herkesin ancak kendi kendini kurtarabileceği düşüncesinden yanadır.

21 Aralık 2012 sabaha karşı uykusu seyrelen "abla" alacakaranlığa kulak verir: Apartmanlar üzerinden teklemeden geçen uçakların rutin seslerini, adam boyu olduğu kuşkusuz hoparlörden patlayan sabah ezanı izler, belli ki her şey yolundadır; yine de salonda damatla, hafiften dalga geçerek de olsa durum değerlendirmesi yaparken, alışageldikleri Dünya'nın halâ ardında olup olmadığını kestiremedikleri perdeyi açmakta acele etmezler. Sonraları, ertelendikçe korku ve kaygıyla beslenen kısmi doğal felaketler için yeni tarihler ortaya atılırsa da, içeriği belli mailleri artık okumadan silmeye başlamış "abla"nın, Kryon metinlerinden aklında kalıp yüreğini serinleteninsan bilincinin kritik eşiği aştığı Dünyanın, toplu yok oluşa neden olacak doğal afetlerle karşılaşmayacağını bildirdiği "Korkmayın, Tanrı bunca yol aldıktan sonra sizin bir taş altında ezilmenize izin vermeyecektir" sözleriyle biten mesajıdır.

2013 Şubat'ı başında, aralıklı olarak seminerlerine katıldığı hocasıyla yaptıkları üç günlük çalışma sonunda "abla" değerlendirmelerin yapıldığı final konuşmasında kendini "mezun" ilan eder; "...tüm kusurlarıma karşın ben, tam bu halimle Tanrı'nın eşsiz güzellikte bir parçası olduğuma inanıyorum," der, "iyi, güzel, doğruyum ve tam olmam gereken yerdeyim, burada oluşum bunun kanıtı..."

Bağımlısı olduğu gereçlerden saçılan titreşimlerle kirli, büyük kent insanının boğucu öfkesine karşın, "abla"nın ego'su Sebastian giderek sessizleşirken sağduyusu Basiret Hanım'ın bilge fısıltıları daha net duyulur. Bilgi toplamayı bir yana bırakıp, sezgiyle, yüreğinde ışıldayan huzuru inzivada yakalamış "abla", epeydir sinemada yeni bir söz, bakış, duruş bulamadığı bahanesiyle, 31 yıl boyunca sadakatle izlediği film festivalini boşlayıp 2013 Nisan başı Kuzey Ege'deki evine döner; daha sonra da eşe dosta, yıllardır -içinde ne çok şey öğrenmiş olduğu- sinema salonlarında kaçırdığı nice Nisan için yakınacaktır.

Yeni Dünya'nın Birinci Yılı 2013, herkes ile birlikte "abla" için de, Işık İnsan olma yolunda "yeniden yüklenme" yılı olur: Ay ve Güneş tutulmaları, gün dönümü, gün tün eşitliği, gök cisimlerinin sıralanışları gibi gök olaylarının yeryüzüne aktardığı, bilinçte yükseliş sağlayan kozmik enerjiler/rahmetle -elbet farkındalık, algı, yargısızlıkla... doğru orantılı olarak- Gaia'nın tüm çocukları yıkanır da yıkanır. Mayıs sonunda başlayan, Ezoteriklerin İndigo Devrimi olarak adlandırdıkları, şiddete kahkaha ile yanıt veren Gezi Olayları "abla"ya kalırsa bilincin yükselmekte oluşunun çok belirgin göstergelerindendir.

Dünya Ana/Gaia dalgalar halinde rahmetle yıkanırken Temmuz'un üçüncü haftası ile Ağustos'un ilk yarısını kapsayanAslan Kapısı geçişi "abla"yı çok zorlar; öyle ki, aşırı yüklendiği bir noktada, tavana seslenerek bu kadarını kaldıramayacağını, gerekirse yeniden yüklenip daha hazırlıklı olarak gelmek üzere geçişe hazır olduğunu bildirir. Neyse ki yoga hocasının kendisine aktardığı, -pek içine sinmeyen sonuçları ile değil süreçleriyle kendisini sürükleyen- Jean-Christophe Grange kitapları "abla"nın zihnini epeyce oyalayarak dengesini korumasını sağlar. O aralar, öfkelerine sıkıca sarılmış, TV'leri karşısında beddua edip duran komşularıyla karşılaştıkça, "ben" der, "Allah, bilinçlerini yükseltsin, diye dua ediyorum."

Denize girer yüzer; Gaia'ya, suya, toprağa, ateşe, havaya, öğrenmesini sağlayan iyilik / kötülük, güzellik / çirkinlik, doğruluk / yanlışlığa teşekkür ederek yaptığı uzun yürüyüşlerde "abla", her şey için binlerce kez şükrettiği Tanrı'sına "...dilime doğru sözleri koy" diyerek yalvarır, "ve olması gereken yerde sessizliği..."

2013 Kasım başı'nda"abla"nın izlediği sitedeki bir yazıya göre, "...hem tam hem de parçalı Güneş tutulmasının sağladığı ışık kodları Afrika’yı 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında ona saldıran derin karanlıktan kurtaracak ve tekrar Işığa yükselmesini sağlayacak. Afrika muhtemelen Gezegendeki en ihmal edilmiş kıtadır. Gezegendeki en büyük kıtalardan birinin tarihi hakkında çok şey bilinmiyor, yalnızca İnsan Yaşamının başlangıç noktası olduğu söyleniyor. Afrika orijinal “Mu” idi..." 

2013 Kasım sonu ise Gaia'ya, yaklaşık 26 bin yıl sürecek yeni bir zaman döngüsünün, Kova Çağı'na geçişin enerjilerini aktarır; en büyük korkularından, özgürlüğünü yitirme saplantısını salıvermesine yardımcı olabilecek rahmet dalgasının etkisini kısa zamanda gözleyen "abla", iradesinin kontrolünü şartsız olarak ilk kez Tanrı'ya bırakır ve daha önce bir türlü dilinin varmadığı "bütünün en yüksek hayrı için sevgili Tanrı'm senin iraden olsun" diyebilmeyi nihayet başarır.

2013 Aralık başında okuduğu yazı ise "yaşamın, eski kalıpları tekrarladığını" söyler; "Yeni Dünya'yı oluştururkenalışkanlıklarınızı gözleyin, kendinizden bile beklemediğiniz değişiklikler yapmaktan korkmayın, saçınızı, giyim tarzınızı değiştirebilirsiniz mesela..." diyerek yenilikler yaratmayı önerir. Gecenin bir saati, filmin reklamlara takılan sonunu beklerken, bozulmasın diye oturmadığı divanın yanındaki plastik taburede tünediğini fark eden "abla", misafir odaları geleneğinin neredeyse 50 yıllık izini taşıyan "bozulmasın!" alışkanlığıyla yüzleşir. İlk eylemi, pazardan aldığı yatak takımını, epeydir sobanın yanına taşıdığı yatağına serip "yıkanmadan temiz çarşafa yatılmaz!" kalıbına kafa tutarak banyo yapmadan yatmak olur.

Kendi tarikatının, biricik şeyhi ve müridi "abla", vaktiyle yarattığı, inandığı, kendini yolundan alıkoyan nice engeli fark edip temizleyerek, her geçen günle duygusal açıdan daha dengeli, yaşamla daha uyumlu olur. Bilincinin, sonsuz yükseliş dışında bir hedefi, nihai bir noktası olmayıp spirallenerek yol aldığını sezdiği tekamülünde, sonsuzluk kavramı artık "abla" için eskisi kadar anlaşılmaz değildir.