Bir önceki, “Abla”ya Göre Hal
ve Gidiş 31’de, “insanlardan korktuğunu” anlatırken bunun, Aile Dizimi’nde
ortaya çıkan, 4,5 yaşında uğrayıp hiçbir şey hatırlamadığı “taciz” ile ilgili
olabileceği bilgisi vermediğinden, söz konusu korkunun temelsizliğini fark
ettiğinde “abla” gündelik diğer korkular üzerine düşünür: Ona göre en önemlisi, yemeğimizden korkmamız.
Gün geçmez ki “Şu nedenlerle,
bunu yemeyin!”, “Bunları yiyorsanız şu hastalıklara hazır olun!”, “Aman ha,
şunu şöyle pişirmeyin, bunu da böyle tüketmeyin!” konulu bir mesaj postasına
düşmesin. İşin kötüsü çoğu, “Peki, onun, bunun, şunun yerine ne yemeliyiz?” sorusu
karşısında ketumdur; dışında kalanların bazısı ise orta halli bir üniversite
tezi hacminde metin okumayı gerektiren önerilerde bulunurlar.
Tokatlı ahbaplarının aktardığı,
yöre halkının huysuz insanlar için kullandığı “Bırak şu tuzsuz adamı!” sözleri,
“abla”nın aklında yer eder. İnsan bedeninin tüm sıvıları tuzluyken tuz, beynin
çalışma sürecinin olmazsa olmazı şeker yasaktır: Tuzun şekerin değil, rafine
işlemi sürecinde, özellikle tuzun barındırdığı minerallerin bilmem kaçta
kaçının, mikroskobik cam partiküllerine dönüşüp kılcal damarların iç dokusunu
çizerek, saptanması zor kanamalara neden olduğunda, damar içyapısını destekten
sorumlu kolesterolün koşup oraya yığınak yapmasıyla yükseldiğini öğreneli içi
rahat.
Bu amansız takipten yılıp “bilinçli
tüketici profili”ni çoktan terk etmiş “abla”, yiyeceği için alışveriş ederken
“canım ne istiyor” kriterine başvurur. Tezgâhlar önünden yavaşça geçerken içeri
sorar; bilir ki bedeni, sağlık sistemi, yüksek benliği ona, yediğinden zarar
görmeksizin ne yemesi gerektiği, konusunda rehberlik edecektir.